30 Ekim 2010 Cumartesi

Amerikalı Profesör Justin Mc Carthy tarafından sunulan “ERMENİ SORUNU GERÇEĞİ” KONULU KONFERANS

Yer: Türkiye Büyük Millet Meclisi
Tarih: 24 Mart 2005
Açılma Saati: 11.00
---------o----------
SUNUCU – Sayın Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanım, Anamuhalefet Partisinin Sayın Genel Başkanı, sayın bakanlar, sayın milletvekilleri, değerli konuklar ve basın mensupları; Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığınca düzenlenen “Ermeni Sorunu Gerçeği” konulu Konferansımıza hoşgeldiniz.
Değerli konuklar, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal’ı, konuşmalarını yapmak üzere kürsüye arz ederim.
Buyurun efendim. (Alkışlar)
CHP GENEL BAŞKANI DENİZ BAYKAL – Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Sayın Bülent Arınç, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Sayın Abdullah Gül, Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin, Adalet Bakanı Sayın Cemil Çiçek, Devlet Bakanı Sayın Mehmet Aydın, Millî Savunma Bakanı Sayın Vecdi Gönül, sayın milletvekilleri, sayın bakanlar, sayın büyükelçiler ve kordiplomatik temsilcileri, sayın generaller, sayın basın mensupları, değerli konuklar; Prof. Sayın Justin Mc Carthy’nin vereceği, “Ermeni Sorununun Gerçek Yüzü” konulu Konferansı dinlemek üzere burada toplanmış bulunuyoruz.
Sayın Mc Carthy, Konferans davetiyesinde yer alan kısa özgeçmişinden de görüleceği üzere, bir tarihçi olarak bu konuda uluslararası alanda uzmanlığını bilimsel eserler vererek kanıtlamış ve ün yapmış bir kişidir. Demografi alanında uzmanlığı da eserlerine özel bir nitelik kazandırmaktadır. Bu bakımdan, kendisini Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında aramızda görmekten son derece mutlu olduğumuzu belirtmek ve hoş geldiniz demek istiyorum.
Eminim Sayın Mc Carthy’nin vereceği konferans, ülkemizin yakın tarihi açısından gayet aydınlatıcı olacak ve ülkemizin karşı karşıya kaldığı suçlamaların asılsızlık ve mesnetsizliğini bilimsel şekilde ortaya koyacaktır. Ben bu münasebetle, iktidar ve muhalefetin el ele vererek başlattıkları tarihî bir projeden söz etmek istiyorum.
Başbakan Sayın Tayyip Erdoğan ile kısa bir süre önce yaptığımız etraflı bir görüşme sonucunda, soykırım iddialarının yanlışlığını ve asılsızlığını ortaya koymak ve tarihî gerçeklerin bilimsel bir çalışmayla ortaya çıkarılmasını sağlamak amacıyla birbirini tamamlayan iki temel girişimden oluşan bir proje üzerinde mutabık kaldık. Birinci girişim, Türkiye'nin tarihiyle yüzleşmekten hiçbir korku ve endişesi olmadığını ortaya koymayı ve tarihin Türkiye için bir yük olmaktan ve ülkemize karşı siyasî malzeme olarak kullanılmaktan çıkarılmasını hedeflemektedir. Bu amaçla, Türkiye şöyle bir öneri ileri sürmektedir:
1-Türkiye ve Ermenistan, kendi tarihçilerinden oluşacak bir ortak komite kuracaklardır.
2-Taraflar, arşivlerini açacakları hususunda teminat vereceklerdir. Sorunun tüm yönleriyle aydınlığa kavuşturulması için sadece Türkiye ve Ermenistan arşivlerinin incelenmesi yeterli olmayabilir. Bu bakımdan, Rus, Alman, Avusturya, Fransız, Amerika Birleşik Devletleri arşivleri ile Boston’daki Zoryan Enstitüsündeki arşivlerin de inceleme kapsamına alınması gerekmektedir.
3-Çalışmaların tam bir bilimsel ciddiyet ve düzen içinde yapılmasını ve zabıtların tutulmasını sağlamak amacıyla bir tür noter görevi yapacak tarafsız, nötr bir mekanizmaya ihtiyaç olabilir. Taraflar, beraberce bu tür bir mekanizma üzerinde karar kılacaklar ve bunu oluşturacaklardır. Örneğin, bu konuda UNESCO’dan ya da başka bir uluslararası kuruluştan yardım istenebilir.
Tabiatıyla bu girişimin uygulanabilmesi için, Ermenistan’ın işbirliği şarttır. Ermenistan, kendi tarihiyle yüzleşmekten korkmuyorsa ve iddialarının gerçek olduğuna inanıyorsa, iki ülke tarihçilerinin bir araya gelmesine, geçerli belgelerin beraberce saptanmasına ve bu belgelerle ortak bir tarih değerlendirilmesinin yapılmasına itiraz etmemesi gerekir. Ermenistan yöneticilerinin Türkiye'nin bu önerisini değerlendirirken, esasta bunun bir barış girişimi olduğunu ciddiyetle dikkate almaları gerekir.
Evet, Türkiye'nin bu önerisinin temel bir misyonu da, asırlarca iç içe, barış içinde yaşamış ve şimdi birbirine komşu iki devlet kurmuş iki ulusu barıştırmak ve ortak bir gelecek inşa etmelerine imkân verecek ortamı yaratmaktır. Ancak, her iki tarafın da kendi tezleri lehindeki kemikleşmiş kanaatlerini değiştirip tarihe ortak bir perspektiften bakmaları sağlanamazsa, olumlu bir ortam yaratılamaz. Böyle olunca da, iki ulusun ruhunda açılan yara hiçbir zaman kapanamaz. Eğer Ermenistan Türkiye ile iyi komşuluk ilişkileri kurmak ve işbirliği zeminini geliştirmek istiyorsa, Türkiye'nin ortak tarih değerlendirilmesi önerisini kabul etmelidir. İyi niyetli, sağduyulu ve dünya barış ve istikrarına katkıda bulunmak isteyen her ülkenin ve her devlet adamının da Türkiye'nin bu önerisini desteklemesi gerekir.
Evet, ahlakî etik ve objektif nesnel bir yaklaşım bunu gerektirir. Bu bakımdan biz, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin düzelmesini içtenlikle isteyen, Kafkaslar bölgesinde barış ve istikrarın filizlenmesini arzu eden devletlerin de Türkiye'nin bu girişimine destek vermelerini ve bu girişimi zayıflatacak faaliyet ve kararlardan vazgeçmelerini bekliyoruz.
Sayın Başbakanla üstünde mutabık kaldığımız projenin içerdiği ikinci girişim de, soykırım iddiasına dayanak olarak gösterilen propaganda malzemesinin bu niteliğinin dünya kamuoyuna açıklanmasıdır. Bu girişime esas adı “Osmanlı İmparatorluğunda Ermenilere Uygulanan Muamele: 1915-1916” olan ve aynı zamanda Mavi Kitap olarak da atıfta bulunulan bir kitapla başlıyoruz. Bu kitap, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki tüm vahşet propagandası etkinlikleri gibi, uydurma ve yarı uydurma veya tarafgir rapor ve algılamalar üzerine bina edilmiş bir aldatmacadır. Bu kitabın bir propaganda malzemesi olduğu, bugün artık en ufak bir kuşkuya dahi mahal vermeyecek şekilde belli olmuştur. Buna rağmen, Mavi Kitap’ın tahripkâr ve habis etkileri bugün hâlâ devam etmekte ve Ermeni tezlerini destekleyenler tarafından uluslararası medyanın, siyaset adamlarının, fikir önderlerinin, bilim adamlarının aldatılarak Türkiye'ye karşı kin ve nefret duygularının yayılmasında etken olmaktadır. Belki, bir savaş ortamında, savaş koşulları içinde makul karşılanabilecek olan bir propaganda faaliyetinin insanlığın geleceğine böylesine düşmanlık tohumları eken bir eser haline dönüşmüş olmasını artık kabul etmek imkânı kalmamıştır. Wellington House diye de anılan bir mekânda faaliyetlerini yürüten İngiliz Savaş ve Propaganda Bürosu tarafından hazırlanan Mavi Kitap, 1916’da İngiliz Parlamentosunun onayıyla basılıp dağıtılmıştır. Bu bakımdan, Türkiye Büyük Millet Meclisinin geleneksel dostluk ve ittifak ilişkileri içinde olduğumuz İngiltere’nin Parlamentosuna bu konuda bir mektupla başvurmasının isabetli olacağı düşünülmüştür. Bu konuda hazırladığımız mektup taslağını Sayın Başbakana verdik. Hükümet halen bu taslak üzerinde çalışmaktadır. Önümüzdeki hafta Hükümetin onayladığı metin Meclisimize sunulacaktır umudunu koruyoruz.
Ortak projemiz çerçevesinde bunu takiben, başka adımlar da atılacaktır. Sözünü etmiş olduğum ortak projeye ilaveten, Türkiye'nin bu konuda uzun vadeli bir devlet stratejisi geliştirmesinin zorunlu olduğuna da burada işaret etmek isterim. Karşı karşıya kaldığımız sorun, kamuoyu oluşturulması, siyaset ve hukuk boyutları bulunan ve kökü tarihin derinliklerinde yatan devasa bir meseledir. Bu itibarla oluşturulacak strateji, bu 4 boyutu da kapsayacak ve bunların birbirleri üzerindeki etkileşimlerini dikkate alacak nitelikte olacaktır. Strateji ortaya çıkarıldıktan sonra da uygulanması için gerekli yapılanmaya gidilmesi gerekecektir. Bunlar yapılmadığı takdirde başlattığımız bu ortak girişin canlı tutulması ve uzun vadede etkin olması sağlanamaz. Biz bu hususlarda Hükümete her türlü katkıda bulunmaya hazırız. Bunu, Sayın Başbakana da ifade ettim. Olumlu tutumundan ve gösterdiği işbirliğinden dolayı kendisine teşekkür ediyorum.
Sayın Meclis Başkanımıza da, bu toplantıyı himayelerine almalarından ve hiçbir desteği esirgememiş olmalarından dolayı teşekkürlerimi ve saygılarımı sunmayı bir borç biliyorum ve sözlerimi, Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözleriyle bitiriyorum:
Tarih, hayal mahsulü olamaz. Tarih yazarken gerçekleri bulmaya çalışmalıyız. Eğer bunları bulamazsak, meçhuliyeti ve bu noktadaki bilgisizliğimizi itiraf etmekten çekinmeyelim. Biz, daima hakikati arayan ve buldukça, bulduğumuza  inandıkça ifadeye cüret gösteren insanlarız.
Teşekkür ederim. (Alkışlar)
SUNUCU – Sayın konuklar, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Sayın Bülent Arınç’ı, açış konuşmalarını yapmak üzere kürsüye arz ederim.
Buyurun efendim. (Alkışlar)
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI BÜLENT ARINÇ – Sayın Genel Başkan, Sayın Başbakan Yardımcıları, çok değerli konuklar, milletvekili arkadaşlarım, değerli katılımcılar, hanımefendiler, beyefendiler; hepinizi sevgiyle selamlıyorum.
Bugün Türkiye Büyük Millet Meclisimizin bu eski Senato Salonunda önemli bir Konferans var. Biraz önce Sayın Genel Başkan Baykal, konu ve bu Konferansı takdim edecek kişi hakkında önemli bilgiler verdiler. Profesör Justin Mc Carthy, Cumhuriyet Halk Partisinin davetlisi olarak ülkemizde bulunuyor, bir dizi konferanslar veriyor, bazı toplantılara katılıyor, önemli bir bilim adamı olarak, saygın bir insan olarak gerçekten kendisine değer veriliyor ve görüşlerinden istifade ediliyor.
Bugün bizlere takdim edecekleri konu fevkalade önemli. Hepimizin duyarlılık gösterdiği bir konuda yetkin bir tarihçi ve bilim adamının görüşlerine ihtiyacımız var. Bu yüzden, kendilerini milletvekillerimizin bu konu üzerindeki düşüncelerini ortaya koymaları açısından soru-cevap kısmına da önem vermek suretiyle Meclisimizde bir konferans tertiplemeye karar verdik. Bunu önemli buluyorum; çünkü, milletimizin temsil yeri olan Meclisimiz, demokrasinin kalbi olan Meclisimiz, bu tür bilimsel toplantılara her zaman ev sahipliği yapmaktadır, yapmaya da devam edecektir. Ben de kendilerine hoş geldiniz diyorum ve Meclisimizin bu güzel salonunda kendilerini karşılamaktan büyük bir memnuniyet duyduğumu ifade ediyorum.
Bugünkü toplantımıza, Konferansa, sayın milletvekillerimizle birlikte pek çok ülkenin sayın büyükelçisi de katılıyor, şüphesiz sayın bakanlarımız, Başbakan Yardımcılarımız da katılıyor, değerli komutanlarımız katılıyorlar, yüksek yargı başkanları katılıyorlar, sivil toplum örgütleri katılıyorlar, gazetelerimizin ve televizyonlarımızın Ankara temsilcileri, başyazarları katılıyorlar. Her birerlerine hoş geldiniz diyorum, toplantımıza teşrif ettikleri için.
Değerli arkadaşlar, Profesör Justin Mc Carthy, nüfus bilim, demografi ve tarih araştırmaları dalında uzmandır. Amerika Birleşik Devletlerinde Louiswille Üniversitesinde profesör olarak görev yapıyor. Balkan Yarımadasının ve yakın doğunun halklarıyla ilgili ve yakın tarihle ilgili pek çok incelemesi ve yayınları var. Bu yayınlarından Türkçeye çevrilen bazı eserleri okuduğunuzu ümit ediyorum. Özellikle “Ölüm ve Sürgün” isimli eseri, Türkiye'de 3 baskı yaptı. Bunun orijinal ismi: “Osmanlı Müslümanlarına Karşı Yürütülen Ulus Olarak Temizleme” 1821 ile 1922 tarihleri arasındaki olayları anlatıyor.
Değerli arkadaşlar, bugün bize verecekleri konferans, ilan edildiği gibi, Ermeni iddiaları konusunda bilimsel olarak meseleye bakıştır. Bu konu üzerinde pek çok şey söylenmiştir, pek çok şey yazılmış da olabilir. 1915’in üzerinden 90 yıl geçti, 90 ıncı yıl münasebetiyle de, özellikle Ermenistan dışında yaşayan, Diaspora dediğimiz Ermeni topluluğunun gayretleriyle bu yılı daha büyük bir atakla geçiştirmek istiyorlar. Pek çok ülkenin meclislerinde, pek çok ülkenin belediye, yerel yönetimlerinde soykırım adıyla bunu kınayan, lanetleyen kararlar almaya çalışıyorlar. Bunda kısmen muvaffak olduklarını biliyoruz. Pek çok ülkenin parlamentosunda buna yönelik kararlar, maalesef alınmıştır. Bunlara karşı söylediğimiz sözler, savunma argümanlarımız bellidir; ancak, bunların çok yeterli olmadığını itiraf etmeliyim. Konuyu bilimsel açıdan, tarih açısından ele almak ve artık birkaç sözcükle savunmak yerine, kendi iddialarımızı ve hayatın gerçeklerini daha net, daha objektif olarak ortaya koymak mecburiyetindeyiz. Bu bir ulusal inisiyatifi gerektirir. Bu konuda çalışma yapan pek çok kuruluş vardır; aralarında ciddî bir koordinasyona ihtiyaç vardır. Bu konuda çalışma yaptığını bildiğimiz pek çok kuruluş vardır; ama, artık eski argümanları bırakıp yenisiyle ve kendi tezlerimizi açıkça ortaya koyacak bilimsel çalışmalarla ortaya çıkmak zamanıdır. Özellikle savaş yıllarında bir propaganda malzemesi olarak kullanılan bazı kitapların veya broşürlerin bugün bilimsel gerçeklikten uzak olduğunu ispat etmenin ve bu iddiaları ortaya koymanın zamanıdır.
Tehcirle ilgili olarak sebepleri ve sonuçlarının arşivliğe dayalı ortaya konulmasında ve soykırım iddiasıyla Türkiye'yi suçlayan ülkelerin meclislerine, biraz da kendilerine bakmalarını tavsiye ederek, tehcirin bir savaş şartları içerisinde ve ne büyük zorluklarla uygulanabildiğini 1915’li yıllarda milyonlarca insanın öldüğü savaş şartlarını bir kez daha değerlendirmelerini istemek durumundayız.
Biraz önce Sayın Baykal’ın ortaya koyduğu tezleri çok önemsiyorum. Bu konuda Parlamentomuzun yapması gerekenleri beraberce yapacağız. Halkımız bu beraberlikten fevkalade memnun olmuştur, bu davranışı büyük bir takdirle karşılamıştır.
Değerli dostlar, bir gözlemimi hatırlatarak sözlerime son vermek istiyorum. geçtiğimiz yıl, sanırım Haziran ayında Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Toplantısına katılmak için Strasbourg‘a gitmiştim. Genel Kurulda bir küçük konuşmam da olmuştu. Daha sonra Ermenistan Meclis Başkanı Bagtasaryan’nın bizimle mutlaka görüşmek istediğini söylediler, kendileriyle bizim ofisimizde bir görüşme yaptık. Daha sonra geçtiğimiz yıl kasım ayında dönem başkanlığını yürüttüğümüz Karadeniz Ekonomik İşbirliği Parlamenter Asamblesinin Antalya’daki toplantısında, yine Ermenistan delegasyonunun bizimle görüşmek istediğini ısrarla ifade ettiler. Muhtaryan isimli delegasyon başkanı ve 7-8 delegesiyle tekrar bir görüşme yaptık. Onlar, Türkiye'nin büyük bir devlet olduğunu, Türkiye ile Ermenistan arasında hem diplomatik ilişkilerin hem de buna dayalı diğer ilişkilerin mutlaka kurulması gerektiğini ifade ettiler; Bagtasaryan ve Muhtaryan. Biz de kendilerine 1991’de bağımsızlığını ilan eden Ermenistan’ı ilk tanıyan devlet olduğumuzu, insanî yardımlarda, ekonomik yardımlarda bulunduğumuzu, resmî yoldan olmasa bile özel uçak seferleriyle İstanbul’dan Erivan’a gidilebileceğini, sivil toplum örgütlerinin zaten gitmekte olduklarını; ama, diplomatik ilişki kurmak ve bunu geliştirmek arzu ediliyorsa, o zaman niçin hâlâ Gümrü Anlaşmasının tanınmadığını, Türkiye'nin toprak bütünlüğüne ve sınırlarına niye hâlâ sırt çevrildiğini, niye Türkiye'nin doğudaki bazı vilayetlerinin Ermenistan’ın batısı olarak gösterildiğini, Azerbaycan topraklarının niçin yüzde 20’den fazlasının hâlâ işgal altında olduğunu, Birleşmiş Milletlerin 4 tane kararına ve Minsk Grubunun çalışmalarına rağmen bu işgalden çekilmediklerini ve 1 milyondan fazla kaçkın ve göçkünün sefil ve perişan vaziyette niçin bu durumda tutulduklarını sordum.
Şunu gözlemledim -yanlış da olabilir- Ermenistan’ın yöneticileri -sadece temas ettiğim bu iki grup için söylüyorum- Ermenistan dışında bu işi götürenlerle aralarında tam bir beraberlik olmadığı gözleniyor. Bu açıdan, biz, şüphesiz tezlerimiz güçlüdür. Bu konuyu, yani soykırım iddiasını sürekli olarak götürmek isteyen ciddî bir mücadele yürütmeliyiz, tezlerimizi ortaya koymalıyız, bu yalanı yüzlerine vurmalıyız ki: Türk Milleti tarihinin hiçbir döneminde soykırım yapmamıştır, böyle bir şeni cinayet hiçbir zaman işlememiştir. Bütün bunları bugün şüphesiz bir başlangıç kabul edemeyiz, önemli bir bilim adamını dinleyeceğiz; ama, eksiklerimizi görmenin ve atılımda bulunmanın, ayaklarımızı sağlam yere basarak bunu götürmenin zamanının geldiğini görüyoruz.
Ben, Meclis Başkanı olarak, Başkanınız olarak, kendi tutanaklarımızın -gizli oturumlar da dahil olmak üzere- her zaman incelenebileceğini, her zaman bu tutanakların isteyene verilebileceğini huzurlarınızda ilan ediyorum.
Bir ikincisi de, kendi arşivlerimizi, bu konuyla ilgili diğer ülkelerin arşivlerinin de birlikte incelenmesi suretiyle, bir heyet, bir komisyon marifetiyle olayın gerçeğinin ortaya konulmasını, tez olarak her yerde süratle yerine getirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Sizleri, değerli tarihçiyle, konuğumuzla baş başa bırakmak istiyorum.
Bir teşekkürüm de Sayın Baykal’adır. Böyle bir kişiyi, böyle bir şahsı Türkiye'ye davet etmişlerdir ve Parlamentomuzda, kendilerine bir konferans sunma imkânı verilmiştir.
Ben, bütün bu çabaların, hükümetimiz, Parlamentomuz, tüm milletvekillerimiz ve tüm Türk halkı tarafından elbirliğiyle yürütüleceğine ve başarıya ulaşacağımıza inanıyorum.
Hepinizi saygılarımla selamlıyorum. (Alkışlar)
SUNUCU – Değerli konuklar, sizlere önemli bir konuyu hatırlatmak istiyorum. Prof. Dr. Sayın Justin Mc Carthy’nin konuşması esnasında, masalarınızın üzerinde duran soru kâğıtlarına, adınız ve soyadınızla birlikte sorularınızı yazabilir; kürsüye, görevli arkadaşlarımız aracılığıyla iletebilirsiniz.
Sayın konuklar, Prof. Dr. Sayın Justin Mc Carthy’nin konuşmasından önce, yazılı soru-cevap bölümünü yönetmek üzere, İstanbul Milletvekili Sayın Şükrü Elekdağ’ı kürsüye davet ediyorum.
Buyurun efendim.
Değerli konuklar, şimdi de Prof. Dr. Sayın Justin Mc Carthy’yi konuşmasını yapmak ve ardından sorularınızı cevaplandırmak üzere, kürsüye davet ediyorum.
Buyurun efendim. (Alkışlar)
PROF. DR. JUSTİN MC CARTHY - Çok teşekkürler bu güzel tanıtıcı sözlerinizden dolayı.
Sayın Başkan Arınç, Sayın Başkan Baykal, Sayın Devlet Bakanı Şahin, Sayın Dışişleri Bakanı Gül, Sayın Devlet Bakanı Aydın, Sayın Adalet Bakanı Çiçek ve Sayın Millî Savunma Bakanı Gönül, sayın parlamenterler, meslektaşlarım, dostlarım.
Aslında, Türkler ile Ermeniler arasındaki ihtilafın kaçınılmaz olduğu söylenemez. Aslında, iki halkın dost olması gerekirdi. Birinci Dünya Savaşı başladığında, Ermeniler ve Türkler, 800 yıldan beri bir arada yaşıyorlardı. Anadolu ve Avrupa Ermenileri, 400 yıldan beri Osmanlı tebasıydılar. Tabiî ki, bu yüzyıllar boyunca sorunlar vardı; ama, bu sorunların sebepleri Osmanlı İmparatorluğuna saldıranlar ve neticede bu İmparatorluğu yıkanlardı. Tabiî ki, İmparatorluk bunlardan çok zarardide oldu; fakat, en fazla Türkler ve Müslümanlar zarardide oldular. Ekonomik ve sosyal standartlar dikkate alındığında, Ermenilerin Osmanlı hükümranlığı zamanında son derece olumlu bir hayatları oldu. 19 uncu Yüzyılın sonuna gelindiğinde, Ermeniler Müslümanlardan çok daha eğitilmiş ve zengindi. Ermeniler, çok ağır çalışırlardı, doğrudur; ama, yine de Avrupalılar ve Amerikalıların da etkileri yadısınamaz.
Avrupalı tacirler, Osmanlı Hıristiyanlarını mümessil olarak kullanırlar ve tabiî ki, onlara eğitim imkânları sağlarlardı ve ayrıca, Amerikalıların Türklere değil, Ermenilere sağladığı özel eğitim imkânları da vardı. Ermeniler bu durumda yaşarken, Müslümanlar, modern tarihte rastlanan en büyük acıları yaşıyorlardı. 19 Yüzyıl ve 20 nci Yüzyılın ilk dönemlerinde Boşnaklar Sırplar tarafından katliama uğradılar. Ruslar, Çerkezleri öldürdüler ve yurtlarından ettiler. Aynı şey Abhazlar, Lazlar için geçerli oldu. Aynı zamanda, Türklere karşı Rusların, Bulgarların, Yunanların ve Sırpların saldırıları da devam etti. Bütün bu Müslüman acıları sırasında, Osmanlı Ermenilerinin durumu iyileşmeye devam etti. Eşit haklar Hıristiyanlara ve Yahudilere tanınmıştı. Yasa önünde ve gerçekte eşit vatandaşlardı. Hıristiyanlar hükümette görev aldılar, büyükelçi oldular, hazineden sorumlu oldular, hatta dışişleri bakanlığı görevine bile getirildiler. Çoğu açıdan bakıldığında, Hıristiyanların hakları Müslümanlardan daha fazla idi; çünkü, devlette daha güçlüydüler. Avrupalılar, Hıristiyanlar içinde özel muamele talep ediyorlardı ve bunu da alıyorlardı. Müslümanların böyle avantajları yoktu.
İşte, Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğuna karşı ayaklandığı ortam buydu. Yüzyıllar boyunca devam eden barış, ekonomik üstünlük, sürekli iyileşen siyasî koşullar, aslında bütün bunlar ayaklanma için bir neden olamazdı; ancak, 19 uncu Yüzyıl, bir Ermeni ayaklanmasının başını vurguladı ve daha sonra, her iki taraf için de felaketle sonuçlanacak sonuca kadar gitti.
Peki, Ermenileri Türklere karşı kışkırtan şey neydi? Her şeyden önce, Ruslardı. Hıristiyanların ve Müslümanların birlikte barış içinde yaşadıkları dönemler, Rusların Kafkasların, Müslüman topraklarını işgaline kadar devam etti. Ermenilerin çoğu, bu olayda tarafsız kaldılar; ama, bazıları da Rusların yanında yer aldı. Ermeniler casusluk yaptılar Rus askerleri için. Ruslar, Erivan’ı ele geçirdiler 1828 yılında ve Türkleri buradan sınırdışı ettiler, Türk topraklarını vergisiz olarak Ermenilere verdiler. Ruslar biliyorlardı ki, eğer Türkler bu topraklarda kalacak olurlarsa, daima işgal kuvvetlerine karşı düşman olacaklardı. Onun için, onların, bir dost halka, Ermenilere ihtiyacı vardı.
Müslümanların ilk zorunlu sürgünü Birinci Dünya Savaşının ilk günlerine kadar devam etti. 300 000 Kırım Tatarı 1,2 milyon Çerkez ve Abhaz, 40 000 Laz, 70 000 Türk. Ruslar Anadolu’yu 1877-1878 savaşı sırasında işgal etmişlerdi ve bir kez daha, Ermeniler Rusların tarafına geçtiler, rehberlik yaptılar, casusluk yaptılar ve Ermeniler, işgal altındaki topraklarda polis gücü görevini üstlendiler ve Türk Halka eziyet ettiler. 1878 Barış Anlaşması sonucunda, Kuzeydoğu Anadolu yeniden Osmanlılara verildi ve Ermenilerin çoğu Ruslarla kaçtılar; çünkü, Türklerin intikam alacağından korkuyorlardı. Halbuki, Türkler intikam filan almadılar.
Hem Müslümanlar hem de Ermeniler, bu Rus işgallerini gayet iyi hatırlarlar. Ermeniler, tabiî ki, Rusların galibiyetlerinden daha fazla yarar görecekti, serbest ve ücretsiz topraklara kavuşacaklardı, Müslümanlardan çalınmış olsa bile. Osmanlı Ermenilerinin ayaklanması, tabiî ki, Rusya’nın koruması altında gerçekleşti. Ruslar, onlara hem insan yönünden hem de silah yönünden takviyede bulundular. Müslümanlar biliyorlardı, Ruslar Ermenilerin koruyucu meleğiydi. Buna karşılık, onlar, Müslümanlar için Moskof olarak, iblis olarak görülüyorlardı ve Ermeniler, görüyorlardı ki, mutlaka Rusların galip gelmesi gerekliydi. İşte, bütün bu olaylar sonucunda, 800 yıllık barışçıl birlikte yaşam sona ermiş oldu.
Rus Ermeniler Doğu Anadolu’ya milliyetçi ideolojiyi getirdikten sonradır ki, Ermeni ayaklanması Osmanlı Devletine karşı gerçek bir tehdit altına geldi. Tabiî ki, başkaları vardı Ermeni ayaklanmasına yol açan; Hınçak Devrimci Partisi, Hınçaklar olarak bilinenler, Cenevre’de, İsviçre’de 1887’de kurulmuşlardı ve bunlar, Rus Ermeniler tarafından kurulmuştu. İkinci grup ise, Ermeni Devrimci Federasyonu, yani Taşnaklardı. Bu da Tiflis’te, 1890’da kurulmuştu, her ikisi de Marksistti ve yöntemleri şiddete dayanıyordu. Hınçak ve Taşnak parti manifestolarında Osmanlı İmparatorluğuna karşı silahlı bir ayaklanma öngörülmekteydi ve her iki grup, milliyetçi olmakla birlikte, aynı felsefeyi paylaşıyorlardı. Bu nedenle de, Bulgaristan, Makedonya ve Yunanistan’daki milliyetçi ihtilalcilerden farklıydılar. Yunanistan ve Bulgar devrimcilerinin aksine olarak, Ermenilerin demografik bir sorunu vardı. Yunanistan’da nüfusun çoğunluğu Yunanlıydı, Bulgaristan’da da nüfusun çoğunluğu Bulgardı. Buna karşılık, Ermenilerin ayaklandığı bölgelerde Ermeniler küçük bir azınlıktı. Osmanlı Ermenilerinin yaşadığı yer olarak bilinen bölgeler, yani 6 vilayette, Sivas, Mamüratülaziz, yani bugünkü Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Erzurum’da Ermeni nüfusu sadece yüzde 17’lik bir paya sahipti, yüzde 78 nüfus Müslümandı ve bu nedenle, orada yaşayan Müslümanları mutlaka oradan sürmeleri gerekiyordu. Bu ihtilalcilerin niyetlerinden şüphesi olanlar, oradaki olaylara bakmakla yetinebilirler. Van İli Valisinin katliamı, özellikle de II. Abdülhamit’e karşı suikast girişimi, polis şeflerinin öldürülmesi, bütün bunlar, Osmanlı Devletine karşı açılmış bir savaştı.
1890’lar başladığında, Rus-Ermeni ihtilalcileri Osmanlı İmparatorluğuna sızmaya başladılar, silah, mühimmat, dinamit sızdırdılar. Van, Erzurum, Bitlis gibi iyi savunulmayan bölgeleri… Şu haritada gördüğünüz yerlerdir buraları. Osmanlılar, bunlara karşı mücadele edemedi; çünkü, malî sorunlar yaşıyorlardı. Osmanlılar, 1877-1878 Savaşının feci kayıplarının, yıkımı altındaydı, kapitülasyonların yükünü taşıyorlardı ve Osmanlılar iyi ekonomist değildi. Bunun sonucunda, bu ihtilalcilerle mücadele etmek için gerekli olan yeni polis ve askerî birlikleri destekleyecek para yoktu, Kürt boylarını kontrol edecek de imkân yoktu. Bu nedenle, askerlere ve jandarmalara yeterli kaynak aktarılamıyordu.
En başarılı ihtilalciler Taşnaklardı,. Rusya’dan gelen Taşnaklar, ihtilal liderleriydi. Onlar, Anadolu Ermenilerini ihtilalci askerlere dönüştürdüler. Bu, aslında kolay olmadı; çünkü, işin başında, Osmanlı Ermenilerinin ayaklanma gibi bir niyetleri yoktu. Onlar, barış ve güveni tercih ediyorlardı ve o dinsiz, sosyalist ihtilalcileri hiç tasvip etmiyorlardı ve onların bir üstünlükleri vardı; ama, neticede, terörizm, doğunun Ermenilerini devlete karşı çevirdi. Ermenilerin hükümete karşı gelmelerinin en önemli nedeni korku oldu. Ermeniler, ihtilalciye dönüştürülmeden önce, evvela onların geleneksel olarak cemaatlerine ve kiliselerine olan sadakatinin yıkılması gerekiyordu. Bu nedenle, ihtilalciler, en büyük tehdidin kiliseden geleceğini düşündüler. Taşnak Partisi, her şeyden önce kiliseyi kontrolü altına aldı ve din adamlarının çoğu, ateist Taşnakları desteklemiyordu. Bu nedenle, şiddete başvuruldu. Ne yaptı Taşnaklar; din adamları öldürüldü köylerinde, kentlerinde. Suçları neydi; Osmanlıya karşı sadık olmak. Ermeni Piskoposu Gogos Van’da öldürüldü. Yine, onun da suçu Osmanlıya sadakat idi. Taşnaklar, İstanbul’daki Ermeni Piskoposu Malakya Ormanyan’ı öldürdüler. Neden; çünkü, o da ihtilalcilere karşıydı. Van’daki Akdamar Kilisesinin din adamı olan Ahsen de Ermeniler tarafından öldürüldü. O da, Osmanlı yanlısı olmakla suçlanıyordu; ama, en önemlisi, Taşnaklar, Ermeni eğitim sistemini ele geçirmeye çalışıyorlardı. Arman Manukyan adlı hiçbir dinî inancı olmayan bir kişi, Ermeni dinî lideri olarak bölgede kabul edildi. Aslında, onun en ufak bir dinî kimliği yoktu; amacı devrimi yaymaktı; çünkü, devrimcilerin sadakati kiliselerine bile değil, sadece ve sadece devrimlerineydi.
İhtilalcilere diğer bir tehdit Ermeni tacir sınıfıydı; çünkü, onlar hükümeti destekliyorlardı, barış ve asayiş yanlısıydılar, iş yapmak istiyorlardı. Ermeni cemaatinin gerçek, laik liderleriydi ve onların da susturulması gerekiyordu. Hükümeti destekleyenler, örneğin Van Belediye Başkanı Bedros Kapamacıyan ve Gevaş Kaymakamı Armarak öldürüldü. Bununla birlikte, Ermeniler, Ermeni polis şefleri ve hükümetin Ermeni danışmanları öldürüldü. Ancak, çok çok cesur olan Ermeniler hükümeti desteklemeye devam ettiler. Taşnak tacirleri aynı zamanda para kaynağı olarak da görüyorlardı. Tacirler, tabiî ki, gönüllü olarak para vermediler; ama, haraca başvuruldu ve ilk haraçlar 1895’te Erzurum’da ortaya çıktı. Bu kampanya 1901’de ciddîyete kavuştu ve bundan sonra haraçtan elde edilen fonlar Taşnak Partisinin resmî politikası haline geldi. Bu kampanya hem Rusya’da hem Balkanlarda hem de Osmanlı İmparatorluğunda yürütüldü. En önemli Ermeni tacirlerinden biri olan İshak Zamharyan haraç vermeyi reddetti ve Taşnakları polise şikâyet etti; Ermeni kilisesinde öldürülerek cezalandırıldı, diğerleri de, tabiî para vermeyenler, haraç vermeyenler öldürüldü. Ondan sonra tacirler de haraç vermeye başladılar. 1902’den 1904’e kadar olan dönemde bu haraç kampanyasından sağlanan para 8 milyon doları aşmıştı. Bu kadar kısa bir zamanda Taşnak komitesi muazzam bir gelire sahip olmuştu. Bu, Osmanlı İmparatorluğunda 1895-1914 yılları arasında alınan gelirlerin çok çok üstündeydi. Tabiî ki, tacirler, hükümete de vergi ödeyemez hale gelmişlerdi. Hükümet onların peşine düştüğünde diyorlardı ki, biz vergimizi ödedik; ama, ihtilalcilere. Sadece hükümet, bizi, eğer ihtilalcilere karşı korursa, biz, devlete vergimizi ödeyebiliriz diyorlardı. Ama, bunların durumu da Doğu Anadolu’da, İzmir’de Kilikya’da kötüleşmeye devam etti.
Ermeni halkı hiçbir şekilde haraçtan kurtulamadı. Zorunlu olarak ihtilalcileri beslemek ve onlara yardım, yataklık etmek zorundaydılar. Bu nedenle, İngiliz Konsolosu Elliot’un belirttiğine göre, bu devrimciler, Taşnaklar, Hıristiyan köylerinde en iyi koşullarda yaşıyorlardı; genç kadınları kendilerine alıyorlardı ve kendilerine karşı gelenleri de soğukkanlılıkla öldürüyorlardı. Bu durumda köylüler, isteseler de istemeseler de asi askerlere dönüştürüldüler; çünkü, eğer, Türklere karşı savaşacaklarsa bir yandan da silaha ihtiyaçları vardı. Devrimciler onlara Rusya’dan silah taşıdı.
Yine, İngiliz Konsolosu Seal bunları şöyle anlatıyor: Bir ajan belli bir köye geldiğinde köylülere mavzer silahları almalarını önerir. Köylü der ki, param yok, alamam. O zaman, öküzünü sat der ajan. O zaman, ne yapayım, hasat yaklaşıyor; ben neyle hasadımı yapayım dediğinde, ajan, çeker, köylünün öküzünü vurur, ondan sonra da çeker gider. İşte, asilerin ilk olarak silah almaya köylüyü zorladıklarında askerî bir örgüt gibi bir niyetleri yoktu. Köylülerden iki misli para alıyorlardı. 50 paundluk bir silahı 10 paunda satıyorlardı ve dolayısıyla onlar da bu satışlardan kâr ediyorlardı. Bundan en fazla zarar görenler köylüler oldu. İsyancıların, devrimcilerin en temel politikası Ermenilerin yaşamlarının sömürülmesiydi. Kürt boyları bile onların köylerinin, tabiî ki masum Ermeni köylerine onlar çekildikleri takdirde saldıracaklarını biliyorlardı. İhtilalciler kaçıyorlar ve Ermenileri ölüme bırakıyorlardı. Avrupalılar bile Ermenilerin dostu olarak bütün bu olayları gayet güzel görebiliyorlardı. Konsolonsy 1917’de şöyle yazmıştı: Ülkeyi gezdim, gördüm ve Taşnak komitesinin etkisini, özellikle Türkiye’nin bu bölümünde gözlerimle gördüm. Gözardı etmek mümkün değil, Ermeni siyasî örgütünün olmadığı yerlerde ve bunların gelişmemiş olduğu yerlerde Ermeniler büyük bir uyum halinde Türkler ve Kürtlerle yaşıyor.
İngiliz diplomat, doğudaki huzursuzluğun esas nedeninin Ermeni isyancılar olduğunu haklı olarak görmüştü. Taşnaklar olmasaydı Türkler ve Ermeniler barış içinde yaşayacaklardı. Osmanlı hükümeti de bunun böyle olduğunu biliyordu. Peki Osmanlılar neden buna tahammül ettiler, neden bu isyancıların üstüne gitmediler. Osmanlının bu tepki göstermemesini anlamak mümkün değil; çünkü, düşünün bir ülke, yabancı bir ülkeden isyancılar geliyor, kendi ülkelerinde isyan örgütlüyor, yabancı ülkeden silah ve mühimmatı taşıyor ve hükümete, halka karşı ayaklanma örgütlüyor. Bu radikal güçler açıkça söylüyorlar ki, halkın çoğunluğu iktidara gelmeyecek, insanları öldürüyorlar, terörize ediyorlar, davalarına katılmaya zorluyorlar, hükümet yetkililerini katlediyorlar, kasten katlediyorlar, çoğunluğun mensuplarını  öldürüyorlar. Bilinçli olarak yapıyorlar bunları; binlerce silahı yığıyorlar, isyan olduğunda kullanılsın diye. İsyana kalkışıyorlar, sindiriliyorlar, bir daha isyan ediyorlar ve dolayısıyla, bütün bunlardan en iyi yararlanan geldikleri ülke; bütün bunları örgütleyen üstlerinin bulunduğu ülke. Hangi ülke bunu tolore eder, hangi ülke bu gibi isyancıları hapse atmaz, hatta asmaz, hangi ülke bunların böyle serbestçe hareket etmesine izin verir; ama, Osmanlı İmparatorluğu, işte buna izin verdi...
Osmanlı İmparatorluğunda Ermeni isyancılar açıkça hareket edebiliyorlardı, binlerce silahı depoluyorlardı, Müslüman ve Ermenileri öldürüyorlardı, katlediliyorlardı, yetkilileri öldürüyorlardı ve bu eylemlerden tek yararlanan vardı o da Rusya; yani, örgütlendikleri, liderlerinin geldiği ülke olan Rusya. Peki, nasıl oldu da bu mümkün oldu; Osmanlılar korkak değildiler, Osmanlılar aptal da değil di, isyancıların ne yaptığını gayet iyi biliyorlardı. Osmanlılar, Ermeni isyancılara tahammül gösterdiler; çünkü, başka çareleri yoktu.
Şunu hatırlamamız gerekir ki, Osmanlı İmparatorluğunun mevcudiyeti tehdit altındaydı, Sırbistan, Bosna, Romanya, Yunanistan ve Bulgaristan Avrupalıların müdahaleleri nedeniyle zaten kaybedilmişti. Avrupalılar, Osmanlı İmparatorluğunu 1878’de bölmeye karar vermişlerdi ve 1890’da bunu, bu planı yürürlüğe koydular. Sadece Rusya’dan korkuyordu Avrupalılar. İşte, Ermeni isyancıları da bunu istiyorlardı. Osmanlıların Ermeni isyancılarını hapse atmalarını ve idam etmelerini bekliyorlardı. Bu durumda Avrupa’daki gazeteciler masum Ermenilerin öldürüldüğü haberlerini yayacaklar ve Ermenilerin siyasî özgürlüğünün olmadığını yazacaklardı. Müslümanların Ermeni provakasyonuna ve saldırılarına Ermenileri öldürerek tepki vermesini istiyorlardı. Avrupa gazeteleri ölen Müslümanları değil, ölen Ermenileri haber yapacaktı ve bu nedenle, kamuoyu bu şekilde İngiliz ve Fransızların Rusya’yla işbirliği yaparak imparatorluğu çökertmesine imkân sağlanacaktı.
Avrupa’daki pek çok politikacı, Blakston gibi kişiler bile Türklere karşı önyargılıydılar. Bunun sonucunda, Osmanlıların doğru olarak girişimde bulunup isyancıları bastırmaları neredeyse mümkün değildi. Avrupalılar, Osmanlılardan belli eylemlerini ihtilalcilerin tolore etmelerini bekliyorlardı, kendileri olsa bunu yapmazlardı. Taşnaklar Osmanlı Bankasına girdiklerinde Avrupalılar bunların serbest bırakılmasını sağladılar, aynı şey Sultan Abdülhamit’e karşı suikast girişiminde oldu. Pek çok isyancı mahkeme tarafından serbest bırakıldı; çünkü, Avrupalılar bunları bekliyordu ve onların affedilmesini istiyorlardı; hatta, bu isyancıları ve katilleri serbest bırakmadıkları takdirde Sultanı bile tehdit edecek durumdaydı Avrupalılar. Bir Rus konsolosu, Van’da resmen Ermeni isyancıları açık seçik askerî eğitime tabi tutmuştu. Bu durumda Osmanlıların yapacak hiçbir şeyi yoktu. Osmanlılara burada acıyabiliriz sadece; çünkü, biliyorlardı, eğer iktidarları yeterli olsaydı ve bunu yapmış olsalardı bunun sonucunda devletleri sona erecekti.
Osmanlıların hem doğuda hem de Birinci Dünya Savaşında savaşı kaybetmelerinin iki nedeni vardı. Bir tanesi, Enver Paşanın Sarıkamış’taki o feci saldırısıydı. Enver Paşanın Aralık 1914’teki saldırısı her açıdan felaketti, orada 95 000 Türk birliğinden 75 000’i öldü. İkinci faktör ise, Ermeni ayaklanmasıydı, ki, bizim asıl konumuz bu ikincisi.
Birinci Dünya Savaşı tehditleri ortaya çıktığında ve Osmanlı ordusu seferberliğe girdiğinde Ermenilerin aslında askere yazılmaları gerekiyordu. Osmanlı ordusu, Hopa, Erzurum, Hınıs, Van bölgesinden hiçbir Ermeninin çağrıya cevap vererek askere katılmadığını gördü ve katılanlar da daha sonra firar ettiler. İşte, bu firariler bölgesinde yer alan Ermeni gençleri eğer Osmanlı ordusuna katılmış olsalar idi 50 000 ilave birlik demek olacak ve belki de Sarıkamış’taki yenilgi olmayacaktı.
Hopa, Erzurum, Hınıs, Van Ermenileri hiçbir şekilde savaşmadılar. Halbuki, onlar çeteler kurdular, eşkıya çeteleri kurdular, aynı zamanda Kilikya’nın isyancıları da orduya katılmadılar. Yunan adalarına, Mısır’a, Kıbrıs’a kaçan Ermeniler de orduya katılmadılar. Bu Ermeniler aslında bir orduya katıldılar; ama, o ordu Osmanlıların düşmanı olan orduydu. Kendi topraklarını savunmadılar, kendi topraklarına saldırdılar.
Doğu Anadolu’da Ermeniler, çeteler kurarak hükümetlerine karşı gerilla savaşı başlattılar; diğerleri Rus ordusuyla geri dönmek üzere kaçtılar ve Rus işgal güçlerinde birlikler oluşturdular. İşte, bunlar Osmanlıya karşı ve Müslüman halka karşı en büyük tehdidi oluşturdular. Çoğu zaman denilmiştir ki Ermeni milliyetçiler tarafından, Osmanlının tehcir emrinin asıl nedeni Ermeni ayaklanması değildi. Onlar bilmiyorlar, bu Tehcir Yasası Mayıs 1915’te kabul edildi. O tarihte Ermeniler Van Kentini ele geçirdiler. Bu mantığa göre, Osmanlıların tehcire bundan önce başlamış olması gerekirdi; yani, Ermeni ayaklanması tehcirin bir nedeni olamaz. Gerçekten de Osmanlı, bu tehcir imkânını Mayıs 1915’ten önce düşünmeye başlamıştı; ama, doğru olmayan şey şu: Mayıs 1915’in Ermeni isyanının başlangıç tarihi olması. Bu isyan çok daha önceden başlamıştı. Avrupalı gözlemciler gayet iyi biliyorlar ki, 1914 öncesinde Ermeniler Ruslara katılacaktı savaş durumunda. 1908’de İngiliz Konsolosu Dickson şöyle yazmıştı: Ermeni ihtilalcileri Van ve Salmas’ta, yani İran’da savaş halinde Ruslarla birlikte Türkiye’ye karşı savaşacaklarını söylemektedirler. Ruslar tarafından yardım edilmeseler onlar 3 500 kişilik bir orduyu bir araya getirebilirler. İngiliz diplomatik kaynakları 1913’te savaş hazırlıkları olduğunu bildirmişti. Ermeni ihtilalci grupları bir araya gelerek Osmanlıya karşı çabalarını koordine ettiğini bildiriyordu; ayrıca, Ermenilerin Rus makamlarla toplantı yaptıklarını bile söylüyorlardı. Taşnak lideri Ramyan Tiflis’e giderek Rus makamlarıyla görüşmüştü. İngilizler, aynı zamanda Ermenilerin artık her türlü sadakat görüntüsünden de vazgeçtiğini belirtmiştir ve bugün Ermeni vilayetlerinin Rusya tarafından işgalini olumlu karşıladıklarını da söylemektedirler demiştir.
Taşnak liderleri bile, Taşnakların, Rusların müttefiki olduğunu söylemektedirler Taşnak Kacasuni. Ermeni Cumhuriyeti Başbakanı olan kişi, Partisinin Rusya’yla ittifaka gireceğini savaş öncesinde planladığını belirtmiştir.
1910’dan bu yana, istilacılar, Doğu Anadolu’da el kitapçıkları yayıyorlardı, Ermeni köylerine nasıl saldırılacak, nasıl Müslüman köylere saldırı düzenlenecek, gerilla savaşı nasıl yapılacak.
Savaştan önce Osmanlı askeri istihbaratı, Taşnak planlarını ele geçirmişti. Bunların, önce  Osmanlı Devletine sadakatini ilan edeceklerini ama ondan sonra da Rus ordusuna katılacaklarını biliyorlardı.
Ermeniler, Osmanlıların mağlubiyeti halinde hiç bir şey yapmayacaklarını biliyorlardı ve Osmanlılar, geri çekilmeye başladıklarında, Ermenilerin de Ruslarla birlikte onlara saldıracaklarını biliyorlardı. Aynen de böyle oldu zaten, bu istihbarat doğruydu. Ruslar, Taşnaklara 2,4 milyon Ruble vererek, onları Osmanlı Ermenilerine karşı silahlandırdı. Aynı zamanda 1914 Eylülünde  Kafkaslar ve İran’daki Ermenilere de silah vermeye başladılar. Yani, zorunlu göç başlamadan önce, Ermeni saldırıları Osmanlı askerlerine karşı başlamıştı ve kaçaklar da, firari çeteleri kurmuşlardı.
Bunlar, askere almak için gelen memurlara, vergi tahsildarlarına, jandarma karakollarına ve bu yollarlardaki Müslümanlara saldırdılar. Aralık ayı geldiğinde, Van Vilayetinde genel bir ayaklanma gerçekleşmişti. Yollar ve telgraf telleri kesildi, jandarma karakollarına saldırıldı, Müslüman köyleri yakıldı ve köylüler öldürüldü.  Bu isyan kısa süre içinde yayıldı. Aralık ayında Kotur Geçidi yakınlarında Osmanlılar İran’dan gelecek olan Rusya işgaline karşı savunma yaparken, büyük bir Ermeni silahlı grubu Osmanlı ordusunda 400 Osmanlı askerinin ölmesiyle sonuçlanan bir saldırı gerçekleştirdi ve ordunun Saraya çekilmesine sebep oldu.
Bu saldırılar yalnızca Van’da gerçekleşmedi; Erzurum Valisi Tahsin yazdığı mektupta, Ermeni saldırılarını bastıramadığını ve bu vilayette artık askerlerin tutulamadığını ve cepheden geri gönderilmeleri gerektiğini  bildirmişti.
Şubat ayı geldiğinde saldırı haberleri bütün doğudan gelmeye başlamıştı. Muş yakınlarında 2 saatlik bir saldırı, Abak yakınlarında 8 saatlik bir saldırı gerçekleşti,  1000 Ermeni Timar yakınlarında bir saldırı gerçekleştirmiş ve  Sivas, Erzurum, Adana, Diyarbakır, Bitlis ve Van Vilayetlerinde Ermeni çeteleri baskınlar yapmıştı.  Telgraf telleri, Osmanlı şehirleri ile Batı’yı birbirine bağlayan telgraf telleri kesilmiş, tamir edilmiş, ondan sonra tekrar kesilmişti. İkmal konvoylarına saldırılıyor, aynı zamanda yaralı askerlerin nakledildiği konvoylar da saldırıya uğruyordu. Jandarma ve asker birlikleri, telgraf tellerini tamir etmek ya da ikmal konvoylarına destek vermek için gönderildiklerinde bunlar da saldırıya uğruyorlardı.  Bu sorunun ne kadar büyük olduğunu göstermek için şunu söylemek yeterli: Nisan ortalarında büyük bir jandarma bölüğü Hakkari’den Çatak’a doğru gönderildi. Buradaki isyanı bastıracaklardı. Fakat, bu bölük Ermeni savunmasını aşarak bu görevi yerine getiremedi.
Çok dikkatli yapılan hazırlıklardan sonra, Ermeniler, Van Vilayetinde bir ayaklanma gerçekleştirdiler. 20 Nisanda çok iyi silahlanmış Ermeni birlikleri, çoğu asker üniforması giymişti, şehrin yönetimini ele geçirdi ve Osmanlı güçlerini kaleye sıkıştırdı. Sonunda isyancılar kentin büyük kısmını yaktılar, binaları yaktılar; fakat, Osmanlıların kalede kullandıkları toplardan iki tanesi kalmıştı. Erzurum ve İran cephelerinden buraya birlik gönderildi; fakat, Van’ı kurtaramadılar.
Ruslar ve Ermeniler kuzeyden ve güneybatıdan saldırıya geçmişti. 17 Mayısta Osmanlılar kaleyi boşaltmak zorunda kaldılar. Askerler ve siviller Van Gölü çevresinde mücadeleye devam ettiler. Bazıları Van’a gemi ile açıldı; fakat bunlardan yarısı isyancılar tarafından öldürüldü ve Van’daki Müslümanlardan bir kısmı bir süre hayatta kalmayı başardı. Amerikalı misyonerler bunların bakımını üstlenmişti; ancak, kaçamayanların çoğu öldürüldü. Köylüler evlerinde öldürüldüler ya da çevre alanlarda toplanarak Zeve’deki büyük  katliama gönderildiler.
Müslüman ve Ermenilerin ne kadar acı çektiğini çok iyi biliyoruz. Bu gerçekten kanlı bir savaştı. İki halk arasında önemli sayılarda ölümle sonuçlanan bir savaş tarzından söz ediyoruz.
Osmanlılar, Doğuda kontrolü ele geçirdikten sonra Ermeni nüfusu Rusya’ya kaçtı. Burada, açlık çekerek hastalıklar sebebiyle ölenler oldu. Rusya, Van ve Bitlis vilayetlerini tekrar ele geçirdikten sonra Ermenilerin dönmesine izin vermediler ve bunların kuzeyde açlıktan ölmesine göz yumdular. Rusyalılar, bu toprakları kendilerine tutmak istiyorlardı.
Ayrıca, buralarda kalan Ermeniler, Erzurum Vilayetinde Müslümanları önemli ölçüde katliama uğrattı savaşın sonunda.
Burada ben tarihi yeniden anlatmak istemiyorum. Osmanlıların Ermenileri düşman olarak görmekte haklı olduğunu söylemek istiyorum. Buradaki haritada, Ermeni isyancıların gerçekten Rusya’nın ajanı olduğunu görmek mümkün. Osmanlı ve doğu bölgelerinde bulunan Ermeniler, aslında özellikle Ruslar açısından önemli bölgelerde isyan gerçekleştirdiler. Van Şehrinde gerçekleştirilen isyan, gerçekten çok önemli bir isyandı. İsyanın gerçekleştiği diğer bölgelere baktığımızda, Erzurum Vilayetinde mesela, Osmanlı ordusunun ikmal ve iletişim yolları kesilmiş oldu. Ayaklanma, Rusların geçiş yolları üzerinde gerçekleşmişti ve Ermeniler, Saray ve  Başkale bölgelerinde ayaklandılar. Bunlar, Rusya için en önemli iki geçiş bölgesiydi. Ermeniler, Çatak yakınındaki bölgede isyan ettiler, bu da Osmanlıların İran cephesinden buraya birlik getirmesi için gerekli olan geçitlerin üzerindeydi, Osmanlının çekilme yolları üzerinde de  bulunmaktaydı.
Ermeniler, Sivas Vilayetinde ve Şebinkarahisar’da da önemli ayaklanmalar gerçekleştirdiler. Bu tuhaf bir yer gibi görülebilir; çünkü, Ermeniler burada Müslüman nüfusa göre ancak 10’a 1 oranında bulunmaktaydı. Fakat, Sivas taktik açısından önemli bir bölgeydi, demiryolu üzerindeydi, Batı’ya giden demiryollarını tutmaktaydı ve özellikle Osmanlı ikmal hatlarına karşı gerilla saldırısı düzenlemek için son derece iyi bir bölgeydi burası.
Ermeniler, Kilikya’da da ayaklanma yaptılar, ki, burası, İngilizlerin güneye giden demiryollarını kesmek için gerçekleştirebileceği bir işgalin olmasının düşünüldüğü bir bölgeydi.
İngilizlerin Gelibolu’da gerçekleştirdiği işgal, Kilikya’dakinin yerine gerçekleşti. Tabiî ki, belki Kilikya’da bu  işgali gerçekleştirselerdi daha başarılı olacaklardı.
Bütün bu bölgeler aslında askeri planlama açısından çok önemliydi ve Osmanlının savaş çabalarına en fazla zarar verebilecek bölgelerdi.
Bu, tabiî ki bir tesadüf değil,  ayaklanmaların burada gerçekleşmesinin bir sebebi var. Bu ayaklanmalar, Osmanlı ordusu için büyük bir felaket anlamına geliyordu ve Osmanlılar burada Ermeni isyancılarla savaşabilmek için cepheden asker çekmek zorunda kaldılar. Eğer bu birlikleri isyancılarla değil Ruslarla savaşmak üzere cepheye gönderebilselerdi, savaşın sonucu çok  farklı olabilirdi.
Mareşal Pomyankovsky –ki kendisi Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğunda bulunan tek Avrupalı tarihçidir- Demiştir ki, Ermeni isyanı aslında Osmanlıların doğu bölgelerinde başarısız olmasının en büyük sebebidir ve Ermeni ayaklanmasından yedi ay sonra, Osmanlılar Ermenilerin tehciri kararını çıkardılar.
Peki, bu analizin doğru olduğunu nereden bileceğiz? Sonuçta, genellikle Ermeni Tarihi dediğiniz şeyden çok farklı benim burada anlattığım şeyler. Bence bu doğru; çünkü makul bir tarihi analiz sonucunda ortaya çıkmış olan bir sonuç, ideolojik bir analiz değil benim yaptığım.  Bunu anlayabilmek için aslında tarih ile ideoloji arasındaki farka bakmamız lazım. Bilimsel analiz, ve milliyetçi inanış arasındaki farklara, gerçek bir tarihçi ile ideolog arasındaki farklara bakmamız lazım.
Tarihçi için önemli olan, nesnel gerçeği bulmaktır. Milliyetçi bir ideolog açısındansa  önemli olan davasını kazanmaktır. Gerçek bir tarihçi, önce kanıt arar, ondan sonra karar verir. Bir ideolog ise önce karar verir, ondan sonra bunu destekleyecek kanıtları arar. Bir tarihçi öncelikle tarihi bağlamı arar.  Özellikle de tanıkların güvenilir olup olmadığına bakar. Acaba, bütün bu şeyleri söyleyen kişiler yalan söylemiş olabilir mi diye sorgular;  bir ideolog ise, tam tersine bulamadığı kanıtları uydurur.  Kanıtlara fazla yakından bakmaz; çünkü, göreceği, bulacağı şeylerden korkar. Örnek olarak şunu söyleyebiliriz: İdeologlara göre, Osmanlı liderlerinin Birinci Dünya Savaşından sonra yargılanması, Türklerin gerçekten soykırım gerçekleştirdiğinin kanıtıdır.  Halbuki, bu sözde mahkemelerin İstanbul İngiliz kontrolündeyken karar verdiğini göz önünde bulundurmazlar. Aynı zamanda vatan haini Damat Ferit Paşa hükümetinin döneminde bu mahkemelerin yapıldığından bahsetmezler. Ki, Damat Ferit Paşa hükümetinin, İttihat ve Terakki Cemiyetine karşı her şeyi yapacağını, kendini İngilizlere hoş gösterip, görevini kaybetmek istememek için  her şeyi yapacağına dikkat etmezler. Aynı zamanda İngilizler uşaklarından daha dürüst olmuşlar ve burada herhangi bir soykırım kanıtı bulamadıklarını söylemişlerdir. Sanıklar burada kendi avukatları tarafından temsil edilmemişlerdir ve Ermeniler burada sözde suç adını taşıyan uzun bir listenin sadece bir maddesi olmuştur. Burada hakimlerin uydurabileceği her tür suç vardır ve burada ideologlar bu mahkemelerin ancak ve ancak Stalin’in kurduğu mahkemelerle karşılaştırılabileceğini de göz önünde bulundurmazlar. İdeologlar bu kanıtları önümüze sunmaz. Bir tarihçi ise, öncelikle tam olarak ne olduğunu keşfetmeye çalışır, ondan sonra bunun sebeplerini bulmaya çalışır. Bir ideolog ise bu keşif sürecini unutur ve  inandığı şeylerin doğru olduğunu düşünmeye başlar. Ondan sonra bunu açıklayacak bir teori uydurur. Dr. Taner Akçam’ın bu açıdan yaptığı yayınlar buna bir örnek olabilir. Öncelikle Ermeni milliyetçilerin inançlarını tam olarak doğru kabul etmekte, ondan sonra da son derece karmaşık bir sosyolojik teori oluşturmakta ve soykırımın Türk tarihi ve Türk karakterinin bir sonucu olduğunu ileri sürmektedir. Bu tarz bir analiz,  aynen kumdan yapılmış bir temel üzerine kurulu bir eve benzer. Bu ev dışarıdan güzel görünür; ama, ilk kuvvetli rüzgarda yıkılmaya mahkumdur ve  burada,  güçlü bir rüzgar zaten gerçeğin karşısında bu teoriyi rahatlıkla yerle bir edecektir.
Bir tarihçi geçmişi iyi araştırmak gerektiğini ve geçmişte çok daha eski dönemlere gitmek gerektiğini bilir, olayların nedeni bazen çok daha geçmiş dönemlerde yatmaktadır.   bir ideolog ise buna bakmaz, yine bulacağı şeylerden korkar da ondan. Ermeni milliyetçileri okuduğumuzda,  Ermeni sorununun 1894’te başladığına inanabiliriz. Halbuki Ermeni ittifakı hiç bahsetmez Ruslarla yapılan ittifaktan hiç bahsedilmez. Oysa bu 18 inci Yüzyıla uzanan bir olaydır. Hiçbir zaman Ruslarla Ermenilerin, Türkler ile Ermeniler  7 yüzyıl boyunca barış içinde yaşadıktan sonra bu ittifak sonucu rahatsızlıkların çıktığı da bu tarihlerde hiç belirtilmez. Bunlar tarihçi için önemli şeylerdir; ama ideologun davasına zarar verebilir. Tarihçi araştırır; ama, ideolog ise siyasî bir mücadele sürer.
Başlangıçtan itibaren Ermeni sorunu siyasî bir kampanya olmuştur. Burada, Ermeni sorununa yönelik sahte bir tarih kurmak için, çeşitli malzemeler kabul edilmiştir,  bunlar siyasî belgelerdir ve siyasî amaçlara göre oluşturulmuşlardır. Taşnak Gazetesinde çıkmış makaleler ya da İngiliz propaganda ofisinin ürettiği bazı belgeler kullanılır. Halbuki bunlar tarihte birer belge olarak kabul edilmez. Tarihçiler ise, gerçek tarihi kaynaklara başvururlar ve sürekli olarak burada karşımıza  bir Ermeni soykırımına dair kanıt olduğunu gösteren bazı belgelerin sahte ya da taraflı belgeler olduğunu biliyoruz. Burada gerçek tarihin nasıl yapılacağını bilmeyen kişiler, bütün bu yalanların gerçek olduğuna inanmaya başlamışlardır. Sadece Amerikalılar ve Avrupalılar kandırılmış değil; bundan kısa bir süre önce, bir Türk araştırmacının yazdığı iki ciltlik bir kitap okudum. Bu kitapta, Ermeniler hakkında yazılan her şey saçma ve asılsız. Mesela, 1908 yılında Van Şehrinde Osmanlı görevlileri Taşnaklara ait bir cephaneliği keşfettiler. Burada 2000 silah, binlerce mermi, 5 000 bomba bulundu ve bütün bunlar da Ermeni ayaklanmasına hazırlık için biriktirilmişti. Ermeniler, Osmanlı birlikleriyle kısa bir süre savaştıktan sonra kaçtılar. Bu olay, bütün diplomatik literatürde ve Van hakkında bütün kitaplarda anlatılır; ancak, bu kitapların yazarı diyor ki, burada 1 000 Türk hükümete karşı ayaklanmış ve hiçbir şekilde Ermenilerden ya da bu isyancıların silahlarından bahsedilmiyor bu kitapta. Böyle bir hata nasıl yapılabilir; çünkü, dayanılan kaynak böyle anlatıyor olayı. Bu yazar, bütün bu bilgileri Taşnak Partisi Gazetesinden almış da ondan.
Burada çok temel bir prensibi kabul etmemiz gerekiyor: Propagandayı kendilerine kaynak olarak seçenler, kendileri de propaganda üretirler, tarih yazmazlar. Birçok araştırmacı, Türk olsun Türk olmasın, birçok araştırmacı, Taşnak Partisi gibi grupların yalanlarını gerçek olarak kabul ettiler ve Osmanlının iç raporlarına, iç belgelerine bakmadılar. Araştırmacılar tabiî ki hata yapabilir; ama, her tür bilgi kaynağını tarama yükümlülüğüne sahiptirler ve sadece siyasî propagandaya dayalı olarak tarih yazılamaz, Osmanlıların raporlarına da bakmak gerekir. Osmanlı tarihini, öncelikle Osmanlı kayıtlarında aramak gerekir.
Neden Osmanlı arşivlerine bakmak gerekiyor tarih yazarken; çünkü, bunlar, iyi bir tarihin dayanabileceği sağlıklı verileri sunan arşivlerdir. Osmanlılar, bugünün medyasına yönelik propaganda yazmamıştır. Osmanlı askerlerinin ve görevlilerinin yazdıkları siyasî belgeler değillerdi ya da halkla ilişkilere yönelik yapılan bazı çabalar da değillerdi. Bunlar, gizli tutulmuş bazı iç raporlardı. Sorumlu insanlar, burada gerçeği devlete aktarmaya çalışmaktaydılar. Belki hatalar, yanıldıkları noktalar oldu; ama, yalan söylememişlerdi. Burada, Osmanlı belgelerinde, herhangi bir şekilde, bilerek sahtecilik yapıldığına dair bir kanıt yok. Bunu, Ermeni milliyetçilerin sundukları kandırmacalarla karşılaştıralım; nüfusla ilgili yanlış istatistikler, Mustafa Kemal’in söylediği iddia edilen birtakım şeyler, Talat Paşanın gönderdiği söylenilen sahte telgraflar, işte, Mavi Kitapta yazılı olan yalanlar, mahkeme kayıtlarının çarpıtılması, bir de, Ermeniler tarafından öldürülen Türklerden hiç bahsedilmemesi bunların arasında.
Burada, acaba, Türkler bu yanlış tarihi düzeltmek için ne yapabilirler sorusuyla karşılaştık sık sık. Şimdi, burada ne yapılacağını benim Türklere söylememe gerek yok; Türkler zaten bunu iyi biliyor. Ataları hakkında söylenilen yalanlara karşı çıkacaklar. Bunu zaten yapıyorsunuz. Bu zor bir mücadele; karşınızda, Türklere karşı oluşan önyargılar var ve size karşı çıkanlar, siyasî açıdan daha güçlü konumda; fakat, gerçek sizin tarafınızda. Burada, Türklerin, Türk Millet Meclisinin bir araya gelerek, Türkler hakkında söylenilen yalanlara karşı çıkmasını sağlamaya karar verdiler. Başbakan Erdoğan ve muhalefet lideri Baykal arasında gerçekleşen anlaşma, Türklerin bu konuda adım atmaya hazır olduğunu da gösterdi. Tarih Kurumunun Ermeni araştırmacıları davet ederek tartışmaya çağırması, Türklerin bu alanda adım atmaya başladığını gösteriyor. Bu konuda Türk araştırmacıların yaptığı yayınlar var. Şükrü Elekdağ gibi insanlar, gerçek için mücadele veriyor ve ben ve bu yalanlara karşı çıkanlar, artık kendimizi yalnız hissetmiyoruz.
Geçmişte, benim gibi araştırmacılar, Türkler ve Ermeni tarihçilerin bir araya gelmesini ve bu konuyu çalışan diğer tarihçilerle birlikte Türk ve Ermenilerin tarihini birlikte çalışmaları gerektiğini söylemişti. Başbakan Erdoğan ile Deniz Baykal, bütün arşivlerin açılmasını ve ortak bir komisyon kurulması gerektiğini söylüyorlar. Bu, gerçekten de tam olarak yapılması gereken şey. En önemlisi de, bu konuyu tarihçilere bırakalım dediler ve bize gösterdiler ki, Türkler, gerçekten asla korkmuyor.
Ümit ediyoruz ki, burada bilimsel yaklaşım politikayı yenilgiye uğratacaktır ve Ermeni milliyetçiler de bu tartışmaya katılacaktır; ama, bunun olacağı konusunda pek iyimser değilim. Mustata Üniversitesinde iki konuşma yaptım ben; Ermeni Soykırım Araştırmacıları adı altında bir merkez var, beni onlar davet etti. Dr. Taner Akçam burada ders veriyor. Dr. Akçam konuşmalarıma davet edildi; ama, gelmedi; aslında hiç Ermeni gelmedi ve benim konuşmamı duyuran bütün ilanlar yırtılmış kampusta. Bu yüzden, kimse benim burada konuşma yaptığımı öğrenemedi. Bu, bilimsel bir yaklaşım değil, siyasî bir yaklaşım. Ermeni milliyetçileri, siyasî mücadelelerini ancak bilimsel veriler öğrenilemezse kazanacaklarını biliyorlar. Bu yüzden, Ermeni milliyetçileri ancak soykırım işlendiğini kabul eden Türklerle görüşüyorlar. Bunlar, Amerika ve Avrupa basınında, Türk araştırmacıları olarak tanıtılan kişiler ve okurlar zannediyorlar ki -ki, bu özellikle oluşturulan bir izlenim- Türk araştırmacıları da soykırım olduğuna inanıyorlar. Okurlar, ancak Türk Hükümetinin bu soykırımı reddettiği inancındalar. Bunun doğru olmadığını biliyoruz. Her yıl birçok kitap ve makale basılıyor Türkiye’de; burada sadece Ermeni soykırımı çürütülmekle kalmıyor, aynı zamanda, Türklerin de Ermeniler tarafından zulme uğradığı belgeleniyor. Birçok konferans düzenleniyor, Ermeniler tarafından öldürülen masum Türklere ait toplu mezarlar bulunuyor, müzeler ve anıtlar açılıyor bu alanda ve birçok tarihçi, Osmanlı arşivlerinde bu konuda bilgi topluyor ve soykırım fikrini kabul etmiyor. Çok iyi biliyorlar ki, savaş döneminde birçok Ermeni Türkler tarafından öldürülmüştür ve birçok Türk de Ermeniler tarafından öldürülmüştür. Bu bir savaştı, soykırım değildi; araştırmacılar da bunu biliyor.
Peki, Amerika’da ve Avrupa’da bu kadar çok ülke, neden küçük bir grup Türk’ün Ermeni milliyetçilerine inandıklarını kabul etmesine ve Türkiye’deki araştırmacıları bunların temsil etmesine izin veriyor. Neden; çünkü, önyargılılar. Türklere karşı önyargı çok uzun zamandır devam eden bir algı ve insanlar mutlaka Türkler suçludur izlenimine sahipler. Ancak, diğer sebep de var; Avrupa ve Amerika’da korkuluyor. Gerçek, bu konuda Türk akademisyenlerin araştırma yaptığını çok iyi biliyorlar. Ermeni sorunuyla ilgili Türkiye’de mükemmel çalışmalar yapılıyor. Çok iyi bildiğiniz gibi, uzun süre, aslında, Türk ve Ermeni tarihi araştırılmadı Türkiye’de. Bu ise artık değişiyor. Türkiye’nin Ermeni sorunuyla ilgili yaptığı çalışmalar gerçekten çok etkileyici. Tarih Kurumu bu açıdan liderliği üstlendi; gerçekten de öyle olması lazım.
Ben, Türklerin, Türk tarihiyle ilgili çalışan tek araştırmacı olması gerektiğini düşünmüyorum; ama, tabiî ki, Türkiye’nin esas tarihini yazan Türkler olmalı. Burası sizin ülkeniz, sizin tarihiniz. Burada sorun, Türkiye’de oluşan, son derece iyi tarih yazımını ve Türk belgelerini politikacılara, diğer ülkenin kamuoyuna, araştırmacılarına aktarabilmek. Sorun, tabiî, Türk tarihçileri doğal olarak Türkçe yazıyorlar, Avrupalılar ve Amerikalılar da Türkçe bilmiyor. Peki, Türkiye’nin tarihini yazan kişiler Türkçe bilmeli mi; tabiî ki bilmeli. Türk tarihiyle ilgili olan kitapları, Türkçe olan kitapları kullanmalılar mı; tabiî ki kullanmalılar. Konuyu her yönüyle çalışmalılar mı; Türk tarafını da mı göz önünde bulundurmalılar; tabiî ki; çünkü, bir akademisyenin görevi budur. Bunu yapıyorlar mı; hayır. Özellikle de Ermeni soykırımı konusunu işleyen kitapların çoğu, Türkiye’de bugün yapılan araştırmalara herhangi bir referansta bulunmuyor. Bunun yanlış olduğunu söylemek herhalde bir amaca da hizmet etmiyor. Artık, araştırmacılara Türkçe öğrenin de demiyorum; çünkü, öğrenemiyorlar ya da öğrenmiyorlar. Doğrusu, Amerika’da Türkçe’nin öğretildiği pek az üniversite var. Burada bence Türkçe kitapların, özellikle İngilizce’ye tercüme edilmesi ve bütün dünyada okunması gerekiyor. Bunun için önemli bir başlangıç yapıldı. Bugün çok değerli kitaplar İngilizce’ye tercüme edilmekte. Bunlar arasında, Esat Uras’ın çok başarılı olan, biraz eski kalmış olsa da, tarihî çalışması var. Ermeni sorunuyla ilgili Türk Parlamentosunun, Millet Meclisinin yaptığı çalışma, Dışişleri Bakanlığının, Kâmuran Gürün’ün Ermeni Dosyası başlıklı yayını, Orel ve Yuca’nın Talat Paşa Telgrafları ve buna benzer yayınlar var. Osmanlı belgeleri, Ermeni sorunuyla ilgili olarak gözden geçiriliyor, tercüme edilip yayınlanıyor. Genel Kurmay Başkanlığı yapıyor bunu, Osmanlı arşivleri, Tarih Kurumu, Dışişleri Bakanlığı bu tarz çalışmaları yayınlamakta. Burada çok çalışma var; fakat, bunlar yetersiz. Mesela, Kâzım Karabekir ve Ahmet Refiğ’in hatıraları bile henüz çevrilmemiş durumda. Bütün bu kitaplar, mümkün olduğu kadar büyük bir okur kitlesine ulaşmalı ve hepsi çevrilmeli. Bu çeviriler arasında, mutlaka, Ermeni sorunu ötesinde bazı konular üzerinde bulunan yayınlar da bulunmalı. Mesela, Osmanlı İmparatorluğunda, Birinci Dünya Savaşının askerî tarihini anlatan detaylı bir yayın yok Avrupa dillerinde. Genellikle yanlış olan şeyler var. Sadece Ermeni konusunda değil; Birinci Dünya Savaşıyla ilgili, mesela, İngilizce’de bulunan genel tarihler, generallerin isimlerini yanlış veriyor, birlikleri yanlış yerlere konuşlandırıyor, hatta, Osmanlı stratejisini hiç anlamıyorlar. Genellikle, Türk askerlerinin gücü ve dayanıklılığı gibi çok önemli bir faktörü de dile getirmiyorlar. Ermeni sorunu açısından bu neden önemli; çünkü, Ermeni ayaklanmasının oluşturduğu tehlike ve Ermeni tehcirinin sebebi, siyasî durum tam olarak anlaşılırsa ancak anlaşılabilir. Osmanlı kaynakları, Ermeni ayaklanmasının Rusya’nın askerî planlarının önemli bir parçası olduğunu ortaya koyuyor. Osmanlı kaynakları, Ermeni ayaklanmasının, Rusya’nın zaferi arkasında yatan önemli bir sebep olduğunu ortaya koyuyor. Osmanlı kaynakları, Ermeni ayaklanmacılarının aslında Rus ordusunda asker olduğunu ortaya koyuyor.
Bu alanda, bir dizi askerî tarih var yazılmış olan. Türk Kurtuluş Savaşıyla ilgili de birçok tarih var. Bunlar, genellikle, Genel Kurmay Başkanlığının yaptığı yayınlar. Cilt cilt, büyük detaylarla dolu, haritalarla dolu, Osmanlı Ordusunun eylemlerini ve planlarını anlatan kitaplar bunlar. Bu kitaplar, genellikle, Osmanlı askerlerinin kendilerinin söylediklerine dayalı, düşmanların anlattıklarına dayalı değil ve bütün bunlar, Birinci Dünya Savaşını yazacak olan bütün tarihçiler tarafından okunmalı; ancak, bunlar Türkçe ve Amerika’da, Avrupa’da kullanılacaksa, İngilizce yayınlanmaları gerekiyor. Aynı zamanda, Türkiye ile ilgili doğru bilgiler içeren, dürüst bazı kitaplar da olmalı, Avrupa ve Amerika’da kullanılmalı bu kitaplar. Ancak gerçeği anlatarak Türklere karşı önyargıları yenebilirsiniz. Bunun için bir başlangıç yapıldı; İstanbul Ticaret Odası, Amerika’da öğretmenlerin kullanabileceği, Türkiye ile ilgili detaylı bir kitap yayınladılar; ama, daha fazla kitaba ihtiyaç var.
Son olarak da, günümüz politikasından bahsetmek istiyorum. Bazıları, politika bana düşmez diye düşünebilir. Ben Türk değilim; bu, tabiî ki Türkiye’nin sorunu; ama, siyaset bilimcisi de değilim, politikacı da değilim; ben, bir tarihçiyim. Bu konuyu ele almamın sebebi de, aslında, tarihî bir sorun olması. Bir tarihçi olarak, bir grup ya da herhangi bir ülke kendi tarihi hakkında yalan söylemeye zorlandığında çok kızıyorum. Burada bahsettiğim siyasî sorun, Avrupa’nın Türkiye’ye yaptığı çağrılarla ilgili. Avrupa’ya göre, Türkiye, AB’ye girmeden önce, Ermeni soykırımını itiraf etmeli. Ben, buna çok kızıyorum. Türk tarihi hakkında yalan söylemeyi kabul ederek, Türkiye Avrupa’ya girecekmiş. Ben çok iyi biliyorum, sizler de biliyorsunuz ki, böylesi bir itiraf her şeyi çok daha kötü hale getirecektir. Bugün, Ermeni milliyetçileri, Avrupa Parlamentolarında, Amerika Kongresinde sadece biz Türkiye’nin soykırımı kabul etmesini istiyoruz, ondan sonra hiçbir talebimiz yok diyorlar. Amerika’da bir görevliyle konuşmuştum bir keresinde; bana dedi ki, Türkler, evet yaptık, kusura bakmayın desinler, ondan sonra her şey unutulsun. Acaba, Türkler gerçekten soykırım yaptı mı sizce diye sordum; vallahi bilmem dedi, benim için fark etmez dedi. Ben de dedim ki, Türkler hiçbir zaman babaları, büyükbabaları hakkında yalan söylemezler... “Çok safsın” dedi bana. Esas saf olan oydu; çünkü, Ermeni milliyetçilerinin bir özürle yetineceğini zannediyordu.
Ermeni milliyetçilerinin planları, yüz yıldır değişmedi. Doğu Anadolu’da ve Güney Kafkaslarda bir Ermenistan kurmak istiyorlar, buralarda yaşayan halkın isteğinin hilafına. Ermeni milliyetçileri, planlarını gayet net bir şekilde ortaya koydular; öncelikle, Türkiye Cumhuriyeti bir Ermeni soykırımı olduğunu itiraf edecek ve özür dileyecek. İkinci olarak, Türkler tazminat ödeyecekler. Üçüncü olarak, bir Ermeni devleti kurulacak. Milliyetçiler, bu devletin sınırları hakkında da çok net bir fikre sahip. Burada gördüğünüz harita, Taşnak Partisinin ve Ermeni cumhuriyetinin programını temel alıyor kendisine ve gösteriyor ki, Ermeni milliyetçilerinin hak iddia ettiği önemli topraklar var ve burada, Türkiye’de üzerinde hak iddia edilen bölgeler ve dünyadaki Ermenilerin toplam sayısı da gösterilmiş. Ermeniler istedikleri şeyi alabilirlerse ve dünyadaki her Ermeni kökenli kişi Doğu Anadolu’ya gelecek olsa bile, sayıları, şu an orada yaşayan Türk vatandaşlarının yarısı kadar olacaktır. Tabii, California’da yaşayan, Massachusets’te, Fransa’da yaşayan Ermeniler, hiçbir zaman, büyük sayıda Doğu Anadolu’ya gelmeyeceklerdir. Yeni Ermenistan’ın nüfusu, belki en iyi ihtimalle dörtte 1 Ermeni olacaktır. Peki, böyle bir devlet uzun süre ayakta kalabilir mi? Evet, kalabilir; kalabilir; ama, bunun için, Türklerin sınır dışı edilmesi gerekiyor. Ermeni milliyetçilerinin 1915’teki politikası da buydu, yarın da politikaları aynı olacak. Ermenilerin iddialarını çok iyi bir şekilde anlamamız lazım. Bu iddialar, tarihe dayanmıyor; çünkü, Ermeniler 900 yılı aşkın bir süredir Doğu Anadolu’yu yönetmiş değil. İddiaları kültüre de dayanmıyor; çünkü, ayaklanmacılar ve Ruslar, bütün bu barışı bozana kadar, Ermeniler ile Türkler aynı kültürü paylaşmaktaydı. Ermeniler, Osmanlı sistemine gayet iyi entegre olmuştu, Ermenilerin çoğu Türkçe biliyordu, Türklerle aynı yemekleri yiyor, aynı müziği dinliyor, aynı tür evlerde yaşıyorlardı. Ermenilerin iddiaları, demokrasi inancına dayanmıyor. Ermeniler, yüzyıllardır Doğu Anadolu’da çoğunluk değil ve şu anda da burada küçük bir azınlık olabilirler ancak. Bu iddialar, milliyetçi ideolojiye dayalı ve bu ideoloji değişmeden kalmış durumda. Bu ideoloji 1895’te aynıydı, 1915’te aynıydı, 2005’te de aynı, Tarih ne olursa olsun, burada yaşayan halkların hakları ne olursa olsun. Tarih bize gösteriyor ki, Ermeni milliyetçileri, Türkler gerçeği bir tarafa bırakıp Ermeni soykırımı olduğunu söylese bile sona ermeyecektir. Erzurum ve Van’ı istemeye devam edecekler, Türkler özür dilese bile, işlemediği bir suç için özür dilese bile, bu ortadan kalkmayacak. Hayır, çabaları artacak, diyecek ki, a, bak, Türkler itiraf etti, yapmışlar; demek ki, bu suçun bedelini ödemek zorundalar. Türklerin soykırımı itiraf etmesi gerektiğini düşünen kişiler, Türklerin tazminat ödemesi gerektiğini de söyleyecek ve sonra, Türklerin, Erzurum’u, Van’ı, Elazığ’ı, Sivas’ı, Bitlis’i ve Trabzon’u Ermenistan’a vermesi gerektiğini de düşünecektir. Ben, Türklerin bu baskıya pabuç bırakmayacağını biliyorum. Türkler boyun eğmeyecektir; çünkü, boyun eğerlerse yanlış bir şey yapacaklarını çok iyi biliyorlar. Sizden bir giriş ücreti olarak yalan söylemenizi talep eden bir kuruluşa üye olmak doğru olur mu?! Dürüst bir kişi, eğer sen yalan söyleyip babanın katil olduğunu itiraf edersen bize katılabilirsin diyen bir kuruluşa üye olur mu?! Ben, Avrupa Birliğinin Ermeni milliyetçilerin taleplerini reddedeceğini ümit ediyorum ve buna güveniyorum. Ermeni milliyetçilerinin Avrupa’nın iyiliğini düşünmediğini anlayacaklarına eminim; fakat, Avrupa Birliğinin talebi ne olursa olsun, ben, Türklerin onuruna inanıyorum. (Alkışlar)
Türklerle ilgili bilgilerin, bana hiçbir zaman Ermeni soykırımı olduğu gibi yanlış bir şeyi itiraf etmeyeceklerini gösteriyor. Ben, Türklerin dürüstlüğüne inanıyorum. Ben Türklerin, işlemedikleri bir suçu itiraf etme baskılarına karşı çıkacaklarını biliyorum. Bu dürüstlüğün bedeli ne olursa olsun, ben Türklerin dürüst olduğuna inanıyorum. Türklerin kendi tarihleri hakkında yalan söylemeyeceklerini biliyorum. Ben, Türklerin, atalarının katil olduğunu hiçbir zaman söylemeyeceklerini biliyorum. Ben, Türklere inanıyorum.
Teşekkür ederim. (Alkışlar)
BAŞKAN – Değerli konuklar, çok adette soru aldık...
PROF. DR. JUSTİN MCCARTHY - Evet, ciddî bir çalışma, doğru; çünkü, bazı insanlar tarafından ciddiye alınmış; ama, aynı zamanda bir dizi yalan bu. Doktor Akçam diyor ki, biz bu kitaba inanmalıyız; çünkü, misyonerler tarafından yazılmıştır, misyonerler de yalan söylemez. Onlar hangi misyonerleri tanıdı, bilmiyorum; ama, benim tanıdıklarım sık sık yalan söyler. (Alkışlar) Tabiî, misyonerler arasında çok iyi insanlar da var; ama, 19 uncu, 20 nci Yüzyılda bu insanlar doğruyu söylememişlerdir; ama, bunun da ötesinde şimdi önümüzde bir kitap var, bu kitap bunları toplayan Lord Breice’ın bir delili olarak sunulmaktadır ve bu yalandır. Bağımsız tanıkların sunumu olarak bildirilmektedir, yalandır. Bu kitapta yer alan belgelerin dörtte 1’inin kimin tarafından yazıldığı bilinmemektedir. Arnold  Tonybee gerçekten bilgileri toplamış olan kişi bile bilmiyordu. Bazı insanlara gitti, yazdı ve dedi ki, bu mektupları kim yazdı? Türklerin bu kadar dehşet verici insanlar olduğu hakkındaki bu mektupları kim yazdı? Kimse bunun cevabını bilemiyor; ama, yine de bunlar kitaba dahil edildi. Belgelerin 7’si Taşnak Partisinden, yani, bu tarafsız bir kaynak olamaz. Tonybee, bunların Taşnak Partisinden alındığını gördüğünde dedi ki “bir dakika, iyi de, bunları kim yazdı?” Taşnaklar dediler ki: “Bilmiyoruz.” Ama, yine de aldı, bu belgeleri kitaba dahil etti. Kitapta deniliyor ki, ilgililerin isimlerini vermiyoruz; çünkü, bu insanların korunması gerekiyor Türklere karşı. Dolayısıyla, bu insanlara A, B, C, D, E gibi kod numaraları vermişler. Belki korunuyorlar; ama, sadece bu gibi kod numaralarıyla isim verdiğiniz insanlar hakkında yalan söylemek de çok kolay. Mesela, bir Yunanlı Profesör olan Prof. Xenides Merzifon Amerikan Misyoner Kolejinde Ermenilere ders veriyormuş; o da, Mavi Kitapta üç farklı ad altında  yer alıyor, aynı kişi. Bir seferinde Amerikan Üniversitesindeki bir profesör deniliyor. Evet, kısmen doğru bu; ama, bu sanki Amerika’daki bir üniversiteymiş izlenimini uyandırabilir okuyanda. İkinci bölümde de Ermeni olmayan bir seyyah olarak bahsediliyor bu kişiden. Evet, tabiî ki, Ermeni değildi, Yunanlıydı adam; yani, üç kez farklı kimlikler altında, adlar altında bu insandan bahsediliyor. Bir de benim en sevdiğim, bir misyoner karısına mülteci deniliyor. Halbuki, başka yerlerde bu misyonerlerden seyyah, profesör olarak bahsediliyor. Şimdi, bakın, bunlar aslında çok büyük yalanlar değil, aptal yalanlar bence ve biliyoruz, kitap bir kez elimize geçtikten, bir kez kitabı okuduktan sonra bu kitabın baştan sona yalanla dolu olduğunu anlamak zor değil. Tek kitap da bu değil. Almanlara karşı da benzer propaganda kitapları hazırlandı ve savaş sonrasında “her şey bu kadar da saçma olamaz”  dedi ve inanmadılar; ama, Türkler için hiç kimse bu kadar hoşgörülü olmadı; çünkü, Türklere karşı önyargı çok fazla. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz propagandası sonucunda pek çok böyle kitap yayımlandı. Ermeni tarihi bibliyografyasına baktığınızda bu kitapların hâlâ mevcut olduğunu görürsünüz ve Ermeni tarihi için iyi kaynak kitap olarak görülür bunlar. Benim en beğendiğim, Faiz Al Hüseyin adlı bir kişinin yazdığı. Deniliyor ki, bu kişi, Harran bölgesinden tanınmış bir kişiymiş, bir bedevîymiş, Osmanlı hükümetinde hizmet etmiş. Ondan sonra hapse gönderilmiş Diyarbakır’a; hapisten kaçmış, Hindistan’a gitmiş. Diyarbakır’dan Hindistan’a Birinci Dünya Savaşında nasıl gittiğini çok merak ediyorum doğrusu; ama, işte bunlar yazılıyor; yani, bu adamın kitabını okuduğunuzda hep gizli konuşmalardan söz ediliyor. Talat Paşa ile Enver Paşa arasında geçmiş bu gizli konuşmalar ve bu kişi Diyarbakır’da hapisteyken bu konuşmaları duymuş nasıl olmuşsa. Yani, herkes, belli yerlerde çalışmış gibi gösteriliyor; ama, aslında Faiz Al Hüseyin gibi bir adam hiç yaşamamış, olmamış böyle bir insan, böyle bir kişi yok. Bunu görüyorsunuz; ama, yine de propaganda yapılıyor. İngiliz propagandasının bir ürünü. Mavi Kitap’ta aynen böyle. Sadece bir ideolog; sadece benim birkaç dakika evvel tanımladığım kişi böylesi bir kaynağı kullanabilir.
BAŞKAN – Efendim, ikinci soru, Alman Hıristiyan Demokrat Partisi Bundestag’a bir önerge verdi. Türkler tarafından Birinci Dünya Savaşında yapılan Ermeni katliamlarının Bundestag tarafından da değerlendirilmesi isteniyor. Önerge üzerine, iddialar olarak da değerlendiriliyor. ... Almanlar bu ... kaynağı çok değiştiriyor.
PROF. DR. JUSTİN McCARTHY - Tabiî tüm bu kitaplarda gerçek olan bazı şeyler var, az da olsa var. Türkler tarafından kabul edilmesi gereken ve zaten kabul edilen şey de, evet Türkler tarafından Ermeniler öldürüldü. Savaştaydık; her iki taraf da birbirini öldürdü ve Peder Lepsius sadece Ermenilere karşı bir katliam olduğunu söylüyor. Lepsius’un kendisi de bir dini kurmadı öyle bu misyoner gruplar gibi, tek bir grupla ilgileniyordu; ama, kendisi katliamla ilgili hiçbir şey görmedi; çünkü, İstanbul’a geldi, İstanbul’da Van’da olan biteni yazdı. Bu, pek makul bir şey değildi belki; ama, böyle yaptı. Bütün bu insanların yaptığı gibi, o da ne yaptı; misyonerlerin raporlarını topladı. Üç tane rapor vardı. Bir tanesi Bultema adlı bir kişi, Amerika’daki misyoner kurumunun başı; Fabio adlı, İsviçre’deki bir kişi ve Almanya’daki Lepsius. Misyoner raporları güvenilmez raporlardır. Ben, bu konuda bir kitap yazdım, bitirmek üzereyim. Aslında bütün bunları açıklamak için koca bir kitap yazmamız gerekiyor. Neden güvenilmez bu misyoner raporları; çünkü, hiç Müslümanlarla görüşülmemiş, hiç Müslümanlarla konuşulmamış, Müslümanlar hakkında hiçbir şey yazılmıyor. Lepsius, Bultema, Fabio’yu okuduğunuzda kaynaklarından bahsediyorlar; kaynakları dediğiniz insanlar da misyonerler tek bir gösterge. O zaman misyonerlerin döneminde, bildiğiniz gibi -Van kentine gitmiş olanlarınız bilirler- kent dışına biraz çıktığınızda Zeve’deki o anıtı görürsünüz. Ben, tek hayatta kalan kişiyle konuştum Zeve katliamını gören ve bugün tek hayatta kalan kişi. Biz de bugün biliyoruz ki, Van’da yaşayan Müslümanlar ve civar köylerde yaşayan Müslümanların katledildiğini biliyoruz. Kanlı katliamlardı bunları ve bunları yapanlar da Ermenilerdi. Bu, ispatlanmış tarihtir. Kimse bunu sorgulayamaz. Bir de, bu konuyla ilgili Amerikan misyonerlerinin yazdığı iki kitap var. Birisi Busher, biri de Nacht adlı bir kadın tarafından yazılıyor. Bu kitapların her ikisinde de Müslümanlara karşı katliamdan söz dahi edilmiyor. Halbuki, o insanların ikisi de o bölgeye gittiler. Müslümanların gırtlağının kesildiğini nasıl öğrenmemiş olabilirler. Tabiî ki, öğrendiler; ama, bir şey söylemiyorlar. Çünkü neden; tek önem verdikleri grup Hıristiyanlar; Müslümanlarla hiç ilgilenmiyorlar. Hep mi Hıristiyanlardan bahsediliyor. Lepsius, Bultema, Fabio bütün raporları işte böyle, böyle insanlardan alınmış raporlar. Bu raporlarda ölü Ermenilerden bahsediliyor. Bazen doğru bu; ama, “ölü Ermeni” dediğinizde hep bunun bir soykırım gibi gösterilmeye çalışıldığını görüyoruz; ama, aslında, bu insanlar ırkçıydı, dinî önyargıları vardı ve tarihî açıdan hiç güvenilmez kaynakçalardır.
Bir de devam etmeden önce şu üç arkadaşımı tanıtmak isterim size. Diğerlerini tanıyorsunuz; ama, bu üç kişi Doç. Dr. Esat Aslan, Doç. Dr. Gök Turan ve Prof. Dr. Cemalettin Taşkıran. Kendileri, ben rica ettim; çünkü, onlar bizim oluşturduğumuz bir ekibin üyeleri. İngilizce tarih yazan bir ekip; Van İsyanının tarihine ilişkin bir kitabı bitiriyoruz. Yani, çok yetkin Türkler ekibimde var. Bunu da belirtmek istedim. (Alkışlar)
BAŞKAN – Görevi geleceği belirlemek olan bazı parlamentoların geçmişi ve tarihi dönemlerdeki çalışmalarını nasıl yorumluyorsunuz? Türklerin ... imajı üzerinde çalışmalarınız olduğunu biliyorum. Bu konudaki kazanılan imajın nasıl silineceğine inanıyorsunuz? Ermeni tezlerini savunan tarihçilere ne gibi kolaylıklar sağlanıyor Amerika’da, dünya Batı ülkelerinde?
PROF. DR. JUSTİN McCARTHY - Tabiî, bu çok kapsamlı bir soru. Ermeni soykırımı hikâyeleri, o sözde soykırım ve Türkler, bunlar birbirini besleyen hikâyeler; çünkü, Türklere karşı bir önyargı var. Bu, ta Ortaçağlara kadar giden bir önyargı.
Müslümanlar ve Hıristiyanların mücadelesinden çok öncelerine dayanan bir önyargı bu. Ne yazık ki bu önyargının devam etmesine izin verildi. Bunun bir nedeni de Türklerin uzun yıllar buna karşı hiçbir şey yapmamış olmaları; sustular, oturdular, hiçbir şey yapmadılar ve dolayısıyla bütün saha Ermenilere kaldı. Ermeniler istedikleri her şeyi söyleyebiliyorlardı. Onun için, şimdi, sizin bir eylem başlatmanız çok yerinde. Biraz geciktiniz; ama, yine de çok doğru ve çok mutluyum bu girişimin başlamasına. Amerika’da Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında bir kampanya başlatıldı; bu da Türklerle ilgili yalan söyleme propaganda kampanyası. Buna da misyonerler grubu başladı. “Yakın Doğu Kurtarıcıları” adlı bir gruptu bu. Türklere karşı kiliselerde vaazlar verdiler, Türklere karşı hükümet binalarına posterler astılar, sinemalarda Türklere karşı konuşmalar düzenlediler, kapıdan kapıya kampanyalar düzenlediler, güzel kızlar, o feci Türkler tarafından öldürülen Ermeniler için kapı kapı dolaşarak para topladılar. Bu, Amerikan tarihinde “Ermeniler için para toplama kampanyası” olarak geçti. Evet, olabilir, insan herkes için para toplayabilir; ama, bunu yaparken tabiî ki düşmanı gerçekten kötü göstermek işi kolaylaştırıyor. Ne kadar kötülerseniz düşmanı, o kadar çok fazla para toplarsınız. İşte, bu durumda da bu yapıldı. Bu kampanya devam etti, gelişti, Amerikan tarihinin en güçlü kampanyası oldu. O dönemde savaş bitmişti; tabiî, Almanlara karşı da belli kampanyalar yapıldı. O kadar kapsamlı olmasa bile savaş sırasında insanlar Almanları pek sevmiyordu; ama, savaş bittikten sonra herkes her tarafta Almanların yaşadığını gördü; bunlara benim annem de dahil. Bu insanlar, insan; namuslu insanlar. Savaş bittikten sonra Almanlara karşı Birinci Dünya Savaşında da propaganda yazıları yazılmıştı; ama, bunlar doğru değildi. Bunlar yavaş yavaş anlaşılmaya başlandı; Almanlar o kadar kötü de değilmiş denildi. Birinci Dünya Savaşından kalma bilgiler bunlar, İkinci Dünya Savaşı değil. Şimdi, yavaş yavaş insanlar Almanların çok da kötü olmadığını gördüler.
Peki, Türkleri kim savundu; hiç kimse. Amerikan Kongresinde soykırım kararlarının yeni bir şey olduğunu sananlar var. Amerikan Kongresi, Ermeni soykırımı oldu demek üzere karar tasarısı kabul etmeyi reddetmiştir. Tabiî, bunları biliyorsunuz, Türk gazetelerinde yayınlanan haberler bunlar. Soykırımı kabul edenler kararlar savaş öncesi karaları. Amerika’da hiçbir şey bilmeyenler, benim gibi insanlar, Ermenileri Türkler öldürdü diye inanmıştım; soykırımın ne olduğunu bile bilmiyordum. Evet, Türkler kötü insanlar, Ermeniler iyi insanlar diye bize öğretilmişti. Bunu biliyorduk. Bu önyargı o kadar uygun devam etti ve o kadar güçlü devam etti ki, bunu sorgulamaya insanlar ancak çok yakın bir zamanda başladılar. Bazen kendimizi çok kötü hissediyorum; çünkü, gerçeğe karşı olan o kadar çok insan var ki, bu soykırımı savunan o kadar çok insan var ki, ama bugün durum birazcık daha iyileşti. Eskiden herkes bunu kabul ediyordu. Bugün en azından insanlar “canım, belki de tam öyle olmamıştır” diyebiliyorlar. Bunu diyebildikleri sürece, belki olmamıştır diyebildikleri sürece başka kitapları da okurlar, bazı şeyleri sorgulamaya başlarlar. Bu olduğu takdirde değişim şansı vardır.
Evet, bütün soruyu cevapladım mı bilmiyorum; ama söyleyebileceğim bu.
Evet, buyurun efendim.
BAŞKAN – Efendim, Türkiye ne yapmalı konusunda çok sorumuz var. Bu olayın enosis kurmalarını ispatlayan elimizde bir sürü dergiler olmasına rağmen, biz haklılığımızı dünya kamuoyuna anlatamıyoruz? Türkiye ne yapmalı? Dünya haritasında Türkiye’nin yeri, .... uyguladığı öğreniliyor? ... Bu konuda ne önerirsiniz?
PROF. DR. JUSTİN McCARTHY - Size daha önce de söylemiştim; politikacılar tarih yazmaya çalışmamalı. Bence, tarihçi de politika yapmaya çalışmamalı. Size ne yapmanız gerektiğinde bir öneride bulunacak olursam, sizler siyaset konusunda uzman olan kişilersiniz, ben değilim. O yüzden, burada söyleyebileceğim şey, belki birkaç öneride bulunmak. Bir tanesini zaten söyledim; yayınları diğer dillere çevirin dedim.
İkincisi de, sizler mümkün olduğu kadar Türkiye’yle ilgili malzemeleri halka yayınlayın, öğretin. Kitapların çevrilmesini söyledim; sonra okullarda ders veren öğretmenlere yönelik kitaplar; çünkü, öğretmen öğrenci ilişkileri çok önemli, Amerika’da özellikle, Avrupa’da da. Burada İstanbul Ticaret Odasının nazik desteğiyle bir kitap yayımlandı; çok güzel, Türkiye’yle ilgili, öğretmenlere yönelik bir kitap, 5 000 kopya basıldı, dağıtıldı. Daha öncekine göre belki çok daha fazla yayıldı; ama, Amerika’da 165 000 adet okul var; biz, bunlardan 5 000 tanesine dağıtabildik bunu. Yani, bu tarz şeyleri biraz daha yaygın şekilde yapmak gerekiyor.
Yine, çeviri açısından çok önemli. Bakın, kendi araştırmacılarınıza destek verin; mümkün olduğu kadar destekleyin.
Ama, bakın, şimdi bir de eleştiri yapmak istiyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisi, burada bulunan sizler, Ermeni sorunuyla ilgili en iyi kitaplardan birini yayımladınız. Ben katkıda bulunmuştum, Prof. Shaw, başkaları da katkıda bulunmuştu ve son derece güncel malzemeler içeriyor; yeni, daha önceki bilinmedik bilgiler de var, çok yararlı bir kitap, değerli bir kitap; ama, Amerika ya da Avrupa’da hiç kimse bu kitabın olduğunu bilmiyor, kimse haberdar değil kitaptan. Olmamasının sebebi de burada aşağıda bodrumda bir yerde duruyor galiba bu kitap. Bunları çıkarın bodrumdan; buraya getirin, gönderin gerekli yerlere. Şimdi, bir politikanız olduğunu biliyorum; kitap satmıyorsunuz, Meclis kitap bastığında bunları farklı yerlerde dağıtıyorsunuz. Şimdi, ister dağıtın ister satın isterseniz havadan uçakla atın yere, benim için fark etmez, önemli olan insanlar okusun bunları. Amerika’da herkesin Başbakanlık arşivinin yayımladığı kitapları bilmesi gerektiğini düşünüyorum ben; müthiş belgeler var bunlarda. Ama, mutlaka tercüme etmeniz lazım İngilizce’ye. Bunların yapılması gerekiyor.
Şimdi, bakın, size tavsiyede bulunuyorum; ama, diyorum ki çok da para harcayacaksınız bu işe. Tabiî hiçbir şey ucuz değil; ama, eğer bu parayı harcamazsanız ileride ödeyeceğiniz bedelden çok daha düşük bir maliyet en azından Türkiye imajı açısından. Bakın, Türkiye’de yapılan iyi çalışmaları alın, çevirin, yayınlayın. (Alkışlar)
BAŞKAN - 1914-1917 yılları arasında Osmanlı Devleti hastanelerinden alınan kayıtlara göre, salgın hastalıktan hayatını kaybeden asker sayısı 473 bin deniliyor. Savaş ve yokluk koşullarının salgın hastalık riskini artırdığı bir gerçek. Sizce tehcir esnasında Ermenilerin salgın hastalık nedeniyle hayatlarını kaybetmeleri mümkün mü? Bu konuda yapılan bir çalışma var mıdır?
PROF. DR. JUSTİN Mc CARTHY - Tam olarak neden öldüğünü bilmek mümkün değil bu Ermenilerin. Ölü sayısını biliyoruz, bunun üzerinde benim yaptığım bir çalışma var. Savaştan önceki nüfusla savaştan sonraki nüfusa bakıyoruz, çıkarıyoruz. Biraz daha karışık, basite indirgedim; ama, esas yaptığımız şey bu. Elimizdeki bütün kanıtlar, bahsettiğimiz bu kayıtlar, bir de başka bazı kanıtlar da var Ermenilerden, Türklerden, Ruslardan aldığımız kanıtlar bunlar. Büyük bir ihtimalle salgın hastalıklar, kolera -tifo özellikle- gibi hastalıklar, bir de açlıktan ölümler çok. Mesela, Ermeniler, Ermenistan Cumhuriyetine gittiklerinde önemli sayıda ölmeye başladılar, kitle ölümleri başladı; çünkü, açlık çok fazlaymış. Hatta yamyamlık başlamış, insan eti yemeye başlamış insanlar. Ruslar, bunların evlerine dönmesine müsaade etmemişler. Ruslar çok sorumlu aslında Ermenilere olan şeylerden. Kimse bahsetmiyor bunlardan. Ruslar, Ermenilere çok kötü davranmışlar. Ruslar, Ermenilere büyük vaatlerde bulunmuşlar, özerk bir bölge kurmalarına yardım edeceklerini söylemişler; ama, ne olmuş; yiyecek bile vermemişler. Hayır, siz burada kalacaksınız, açlıktan öleceksiniz, hastalıktan öleceksiniz demişler, öyle de olmuş.
Burada doğru olan bir şey var, evet, hastalıktan ölen insanların sayısı, açlıktan ölen insanların sayısı, kurşun yarasından ölen insanların sayısından daha fazla; bu, bir gerçek; ama, diğer taraftan, burada siyasetçiler çok sorumlu. İnsanlar açlıktan ya da hastalıktan da ölseler, bunun sorumluluğu politikacıların. O yüzden, Osmanlı İmparatorluğuna böyle saldırılar geldiğinde, bunu savaş döneminde gerçekleşen ölüler olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Müslümanlar Van’da mesela büyük sayıda öldüler; çoğunun ölüm sebebi açlık ve hastalık. Neden; çünkü, Ermeni ayaklanması ve Rus işgali olmuştur da ondan. İşte, Allah’tan gelen bir şey değil bu. İnsan elinden çıkan ölümler bunlar ve insanlar aynen silahla gerçekleşen ölümler kadar mesuller bu ölümlerden de.
BAŞKAN - Aramızda bulunan Sayın Prof. Hikmet Özdemir’in salgın hastalıklardan ölenler araştırması yayınlandı. Sayın Profesör, 24 Nisan yaklaşırken, gerek Amerika’da ve gerekse Avrupa Birliğinde soykırım iddiasını kabul etmeye hazırlanan ülkelere bir mesajınız var mı?
PROF. DR. JUSTİN Mc CARTHY - Burada esas vermek istediğim mesajı vermesem daha iyi olur; çünkü, pek siyasete uygun olmaz; ama, ne söyleyebilirim; bence, bu insanların kısa dönem siyasî çıkarlar üzerinden hareket etmeleri çok büyük bir hata. Türkiye gibi önemli bir ülkeyi, işte birkaç Ermeni için reddetmek iyi bir şey değil; ama, şunu da söyleyeyim: Avrupa’da birçok siyasetçi Ermeni soykırımını kendi çıkarları için kullanıyor; yani, Türkiye, Ermeni soykırımı sebebiyle AB üyesi olamaz demiyorlar da, diyorlar ki, Türkiye, AB’ye üye olmasın, biz de Ermeni soykırımını bahane olarak kullanalım. Başka sebepleri var.
Burada söyleyebileceğim şey şu: Yine, bakın, ben siyasetçi değilim, ben demografım, nüfus bilimcisiyim, tarihçiyim ve nüfus bilimcisi olarak da nüfusları araştırırım. Avrupa’ya bakarım, Türkiye’ye bakarım. Biliyorum ki, çok yakında Avrupalılar kendi emeklilik maaşlarını ödeyemeyecek hale gelecekler ve çok kısa bir süre sonra çalışan başına iki emekli olacak bu ülkelerde. O yüzden genç nüfusa ihtiyaç var. Ülkelerine gelen işçiler, onlar çalışsınlar. Nereden gelecek bu işçiler; Türkiye’den. Avrupa’ya uygun gelenekleri olan bir ülke, buralarda nasıl davranılacağını bilen bir ülke, Avrupa’ya katılmak isteyen bir ülke. İşte, şöyle diyoruz biz buna: Bakın, burada, nüfusu yüksek olan bir ülke var, iyi çalışanlar; diğer tarafta nüfusa ihtiyacı olan ülke var. Bu ikisini bir araya getirin. Bir denklem. Demografik açıdan çok anlamlı bir şey bu. Sonra diyorum ki, niye bu bana bu kadar manalı görünüyor da onlara görünmüyor? Tabiî, birçok Avrupalı için bu mantıklı; diğerlerine bakıyorum, peki, mesela niye Fransızlar bunu anlamıyor, Fransız Halkı bunu anlamıyor? Bunun karşılığında alabileceğim cevap şu: Önyargı. Tamamen önyargı. Müslümanlara karşı önyargı, Türklere karşı önyargı. Ne olursa olsun burada önyargıları aşmanın tek yolu bilgi.
Siz, mesela, görüyorsunuz, Türkiye’yi Amerika’da destekleyen kişiler, Amerikan Kongresinde Türkiye taraftarı olan kişiler, akademisyenler vesaire her zaman Türkiye’ye gelmiş olan kişilerdir. Türkiye için en iyi propaganda, insanların Türkiye’ye gelmesidir, halkı görmesidir. Mesela kadınlar hakkında önyargı. Türk kadınları hakkında müthiş bir önyargı var Amerika’da, Avrupa’da, inanılmaz. İnsanların kafasındaki imaj, Türk kadınları, Afganistan veya Yemen’deki kadınlar gibidir. Her yerde böyle. Her tarafı kapalı, evde oturan, asla kocası ya da babası olmadan dışarı çıkmayan bir kadın. Sürekli ben öğrencilerime bunu anlatıyorum. Hep bu önyargıları kırmak zorunda kalıyoruz. Türkiye’ye geldiklerinde 20 dakika geçmeden, bakıyorlar Türk kadınları çok zeki kadınlar, çok güzel kadınlar hem de güçlü kadınlar. Bunu rahatlıkla görüyoruz ve imajların yanlış olduğunu anlıyoruz. Bunu siz yapacaksınız, siz anlatacaksınız, bu imajı dünyaya siz yayacaksınız. Bunu nasıl yapacağınızı ben anlatamam, ben halkla ilişkiler uzmanı değilim, sizsiniz uzman olan. Eğer hakikaten inançlı bir şekilde yaparsanız, başarılı olursunuz. (Alkışlar)
BAŞKAN - Efendim, son soruyu Sayın Mc Carthy’ye tevcih ediyorum. Tehcirin haklı gerekçelerini açıkladınız; ancak, niçin tehcirin sözde enosis ile sonuçlanmadığını açıklamadınız. Geçen yıl, hayatta kalan Ermenilerle ilgili bir kitap yayımlandı. Bu kitabın verilerine göre bir yorum yapabilir misiniz?
PROF. DR. JUSTİN Mc CARTHY - Bahsettiğiniz kitap zaten bu bilgileri önünüze getiriyor, Prof. Hallaçoğlu var, burada da bulanan arkadaşlarımız katkıda bulunuyorlar, çok güzel sonuçlara varıyorlar ve kanıtlara dayalı olarak gösteriyor.
Tehcir edilen kişilerin yüzde 80’den fazlası hayatta kaldı. Prof. Hallaçoğlu burada zaten; o da söyleyebilir doğru mu, değil mi. Bu, tabiî, soykırım değil yüzde 80 hayatta kalmışsa. Halkın yüzde 80’inin hayatta kaldığı soykırım olmaz. Mesela, Yahudilerin yüzde kaçı hayatta kaldı, ona bir bakalım. Bu bilgiler yayınlanmadan önce bile zaten soykırım olmadığını biliyorduk. Neden; çünkü, İstanbullu, İzmirli, Edirneli Ermeniler tehcire tabi tutulmamıştır, hayatta kaldılar. Gerçek bir soykırıma bakalım. Mesela, Hitler Almanyasına bakalım. Hakikaten soykırım yaptı Yahudilere karşı değil mi? Peki, Berlin’de yaşayan Yahudilere ne oldu; hayatta kaldılar mı savaşta; hayır kamplarda öldürüldüler, büyük şehirlerdeki Yahudiler ne oldu; hayatta kaldılar mı; hayır, öldürüldü hepsi. Peki, İstanbul Ermenileri ne oldu; herkes gibi bunlar da savaşta yaşadılar ve hâlâ da yaşıyorlar. Demek ki soykırım değil bu.
Ayrıca, bir şey söyleyeyim size. Osmanlılar çok zekiler, eğer Ermenileri öldürmek isteselerdi, yüzde 80 hayatta kalamazdı Ermeniler. Çok basit. (Alkışlar)
Bir de, bir şey daha söylemek istiyorum. Türkler 1071 yılında, işte Ermenistan denilen topraklara girdiler ve Ermeni sorunu 1915’te başladı. Burada bulanan 1071’de yaşayan Ermenilerin soyu 1915’e kadar devam etti. Türkler katliam yapan manyaklardır diyebilmek için, dokuz yüzyıl düşündüler öyle mi karar verdiler?! Dokuz yüzyıl düşündüler; ha, tamam öldürelim Ermenileri mi dediler?! (Alkışlar)
Evet, son soruydu değil mi bu? Evet, son soru olduğuna göre, ben, hepinize çok teşekkür etmek istiyorum beni buraya davet ettiğiniz için. Tabiî ki, Cumhuriyet Halk Partisine teşekkür ederim davet ettiği için. İnşallah yakında görüşürüz.
Teşekkür ederim. (Alkışlar)
BAŞKAN - Toplantımız son bulmuştur.
SUNUCU - Sayın konuklar, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığınca düzenlenen “Ermeni Sorunu Gerçeği” konulu konferansımız sona ermiştir.
Prof. Dr. Sayın Mc Carthy’ye ve siz değerli konuklarımıza, katılımlarınızdan dolayı teşekkür ediyoruz.
Kapanma Saati: 13.10

Alıntı adresi: Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder