30 Ekim 2010 Cumartesi

AB-Türkiye İlişkileri

AB-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ
09 ŞUBAT 2006
Umut ARIK
Türkiye’nin, AB’ne tam üye olması hedefini belirlemiş ve bu amaçla ilk müracaatı yapmış olan demokrat çağdaşlaşma geleneğidir. Bu müracaat 31 Temmuz 1959 tarihinde yapılmış ve sonucunda, 12 Eylül 1963’de AT ile Türkiye arasında ortaklık kuran ve başlangıç, hazırlık ve giriş dönemleri sonucu Türkiye’nin tam üye olarak katılmasını öngören Ankara Anlaşması imzalanmıştır.

Bu Anlaşmanın ilk uygulaması olarak 1970’de imzalanan ve 1973’te onaylanan Katma Protokolle, 12 ve 22 yıllık gümrük indirimleri ve bu çerçevede 1976’da ikinci gümrük indirim listesi kabul edilmiştir. 1979’da Yunanistan’ın tam üyeliği gerçekleşirken Türkiye’nin de aynı amaçla müracaatı önerilmiş, ancak o dönemin hükümeti, katılmanın yarar değil, zarar getireceği görüşüyle bundan kaçınmıştır. Aynı dönemde, Türkiye Gümrük indirimleri ile ilgili sorumluluklarını da yerine getirmemiştir.

Bu durum, 1987’de Roma Anlaşmasının 237. maddesi çerçevesinde tam üyelik için yapılan müracaat ile değişmiş, ne yazık ki, bu defa da Komisyon, 1989’da Türkiye’nin tam üyeliğe hazır görülmediğini, ayrıca Avrupa kendi iç pazarını geliştirmeden yeni üye kabulünün mümkün olmadığını, önce gümrük birliğinin tamamlanması gerektiğini belirterek, müracaatı reddetmiştir.

Gümrük Birliği, tam üyelik yolunu açmak amacıyla, 1995’te alınan Ortaklık Konseyi kararıyla kabul edilmiş ve 1 Ocak 1996’da yürürlüğe girmiştir. Bu sırada DYP’nin iktidarda olduğu hatırlanacaktır. Bu çerçevede Komisyonun Türkiye’ye üyelik perspektifi verilmesini önermesi sağlanmış ve 1999 Helsinki Zirvesinde Türkiye diğer aday ülkelerle aynı kriterlerle AB’ne üye olmaya aday kabul edilmiştir. Yani sözkonusu olan tam ve eşit üyeliktir.

Bundan sonra, AB Konseyi, 2001’de AB kriterlerine uyumun izlenmesi için bir yol haritası olarak Katılım Ortaklığı Belgesini kabul etmiş, Türkiye de uyum için ilk Ulusal Programını yayınlamıştır.

2002 Kopenhag Zirvesinde Türkiye’nin uyumu yeterli bulunmamış, kendisine verilen görev üzerine Komisyon 2003’te yeni bir Katılım Ortaklığı Belgesi hazırlamış, Türkiye ise yeni bir Ulusal Program ilan etmiştir.

Bu arada diğer tüm aday ülkelerle müzakereler başlamış, 2004 Mayıs’ında GKRY dahil on yeni üye Birliğe katılmış, Bulgaristan ve Romanya’nın da 2007’de üye olacağı açıklanmıştır. AKP iktidarının bu ilk yılında Türkiye’nin AB’ye girişi için ise tünelin ucunda hiç bir ışık yoktur.

Bundan sonra AKP Hükümeti, konunun esası olan, AB’ ne Türkiye’nin ne zaman tam üye olacağı hususunu bir kenara bırakmış ve sadece müzakerelere başlamak üzere bir tarih verilmesi üzerinde ısrar etmiştir. Aslında böyle önemli bir konuda müzakere tarihine takılmaktansa, ulusal çıkarlara uyan bir müzakere tutumunun TBMM içinde ve Devletin zirvesinde, kamuoyunu tatmin edecek, şeffaf bir biçimde saptanması gereği bir çok kez hatırlatılmış, ancak bir sonuç alınamamıştır.

İşte bu noktada, 6 Ekim 2004 tarihinde Komisyonun hazırladığı rapor ve arkasından 17 Aralık’ta Brüksel Zirvesinde alınan karar ortaya çıkmış ve her iki metinde de, Türkiye’ye diğer üyelerden farklı bir uygulamanın öngörüldüğü açıkça belli olmuştur.

Bu dönemde de yetkililere, kamuoyunu tatmin edecek bir tutum saptanması gereği tekrar hatırlatılmış, hatta Avrupa Birliğine özel bir Türkiye Zirvesi önerilmesi tavsiye edilmiştir.

Hükümet ise, bu önerileri kulak ardı ederek, Brüksel’de yapılan olağan AB Zirvesinin 3 Ekim 2005’te Türkiye ile Müzakerelerin başlayacağını kabul etmiş olmasını bir zafer olarak kamuoyumuza ilan etmiştir.

Hatta, Sayın Başbakan, Türkiye’nin tabi tutulduğu farklı ve ikinci sınıf muameleyi görmezden gelerek, bu belgelerin kendisini tatmin ettiğini AB dillerinde yayınlarından bir saat gibi kısa bir zaman sonra dünyaya açıklamıştır.

Hal böyle olunca, yapılacak müzakerelerin ilkelerini tanımlayan Müzakere Çerçeve Belgesinde bu ikinci sınıf muamelenin şiddetlenerek devam etmesi şaşırtıcı olmamıştır. Hazırlanan metin hakkında alınan bilgilerde bu açıkça ortaya çıkmıştır.

İlk taslak metinlerin ulusal çıkarlara uymadığı saptanınca, bunun AB Komisyonuna bildirilmesi ve üye ülke başkentleri ile Brüksel’de girişim yapılarak durumun düzeltilmesi tarafımızdan Hükümete önerilmiş ve önerilerimiz kamuoyuna da açıklanmıştır.

Hükümet durumu değiştirecek siyasi girişimleri yapmadığı gibi, esasen diğer üyelerden farklı ve daha geri bir üyelik öngörmüş bulunan 17 Aralık Zirve Kararını da müdafaa olarak hattı kabul etmiştir. Bunu doğal karşılamak gerekir, zira, Türkiye’yi tam üyelikten geriye iten bu belge için bir defa bayram edilmiş bulunmaktadır.

Uzun oyalamalardan sonra, İngiltere saatiyle 3 Ekim 2005 tarihinin bitmesine beş kala önüne konan Müzakere Çerçeve Belgesini AKP Hükümetinin Dışişleri Bakanı Sayın Gül’ün aynen kabul etmesiyle gerçekten Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir tarih dönemi başlamıştır. Bugünkü koşullar devam ederse, bu Türkiye için, olsa, olsa ikinci sınıf bir üyeliğin dikte edileceği dönemdir.

Bu dönem başlarken, Hükümet, Avusturya tarafından ısrarla ve son dakikaya kadar belgeye konması istendiği iddia edilen, “imtiyazlı”, yani ikinci sınıf üyelik formülünün, “kararlı direnişleri” sayesinde belgede açıkça ifade edilmemiş olmasını büyük bir başarı olarak kamuoyuna sunmaktadır. Diğer yandan, bu “başarıyı” vurgulayan Hükümetin Dışişleri Bakanı acaba neden “Bu belge kendilerini bağlar.” demek ihtiyacını hissetmiştir? Dışişleri Bakanı ne derse, desin artık bizi de bağlayan Müzakere Çerçeve Belgesinin gerçekleri ise çok başkadır. Özetle,

-Hedef katılma olmakla beraber, müzakerelerin sonunda üyeliğin verileceği kesin değildir. Müzakerelerin ucunun açık olduğu belgede sarahatle kaydedilmiştir.

-Türkiye’nin uygulamaları devamlı Komisyon Müfettişleri tarafından gözlenecektir.

-AB haklar ve özgürlükler alanında Türkiye’nin aksadığına karar verirse, müzakereleri her an durdurabilecektir.

-Müzakere edilip, kapanmış bölümler, uygulamada aksama olduğu AB tarafından saptanırsa, yeniden müzakereye açılabilecektir.

-Türkiye bütün koşulları yerine getirse dahi, müzakereler sürerken veya en son dakikada, “Biz Türkiye’yi sindiremiyoruz.” denirse, bütün sürec sıfırlanabilecektir.

-Her şey olumlu gitse, Türkiye’nin üyeliği, Komisyon, üye ülke hükümetleri ve meclisleri tarafından kabul edilse bile, halk oylamalarına gidilebilecek ve üyeliğimiz bu yolla reddedilebilecektir.

Demek ki AKP Hükümeti , 3 Ekim’de,Türkiye’nin hiç bir zaman AB’ne üye olmamasına yol açabilecek bir süreci kabul etmiştir. Acaba kabul edilen belgede Türkiye için öngörülen, Hükümetin iddia ettiği gibi tam üyelik midir, yoksa ikinci sınıf bir üyelik mi önerilmektedir?

-Belgede serbest işçi dolaşımının devamlı/kalıcı olarak kısıtlanabileceği yazılıdır.

-Schengen Vize Rejiminin, yani tek vizeyle tüm AB ülkelerinde seyahat olanağının Türkiye’ye tanınmayabileceği açıkça söylenmektedir.

-Tarım fonları kalıcı olarak kısıtlanabilecektir.

-Yapısal reform fonları kalıcı olarak kısıtlanabilecektir.

-Türkiye’nin sadece kesin AB karar ve kurallarını değil, tavsiyeler, oybirliği ile yapılmış açıklamalar ve benzeri her türlü AB belgesini, üzerinde söz hakkı olmadan kabulü beklenmektedir.

-Üyelik anında, diğer üyelik müzakerelerinde alınmış sonuçlar ve kabul edilmiş yeni üyeler, yine hiç söz hakkı olmaksızın kabul edilecektir.

Demek ki Türkiye tam ve eşit değil, noksan/ikinci sınıf bir üye olabilecektir. Peki, bu tam olmayacak, hatta hiç olmayabilecek üyelik için yapılacak müzakerelerde neler verilecektir?

-Uyum sırasında siyasi, sosyal ve iktisadi politika ve kararlarda egemenlik AB’ne kayacaktır.

-Haklar ve özgürlükler alanında önemli değişmeler olacak,örneğin etnik ve kültürel mikro bütünlükler, AB azınlık tarifi içine girecek, Türk Anayasasının ilgili hükümleri geçerliğini yitirecektir.

-Türkiye’nin, Avrupa Parlamentosunun tavsiyeleri dahil tüm AB organlarının kararlarına ve benzer tüm AB müktesebatına uyumu, Ermenilerin sınır, soykırım iddialarının kabulü, Kıbrıs Rumlarının tanınması, Fırat ve Dicle (sınıraşan sular), terörün tanımı gibi konularda Türkiye karşıtı taleplere rıza gösterilmesi, Ege karasuları ve uçuş bildirim hakları (FIR) gibi konularda Yunan tezlerinin geçerliğinin kabulü anlamına gelecektir.

-Türkiye’nin uluslararası antlaşmalarının AB üyeliği ile bağdaşmayanlarının “geçersiz” kılınması, Ankara, Kars, Moskova, Lausanne, Montreux, Zurich, Londra ve benzeri tüm anlaşmalarımızın yeniden değerlendirilmesine ve geçerliğine şüphe düşmesine yol açacaktır. Bunun olumsuz etkileri ise sadece Türkiye değil, bütün bölge için pek yıkıcı olabilecektir.

-Kıbrıs sorununun çözümünde BM parametrelerinin yanında AB ilkeleri ve kurallarının da kullanılması kabul edilecek ve Adadaki garantörlüğümüz, silahlı kuvvetlerimizin mevcudiyeti tehlikeye girecektir. Bunun aynı zamanda Kıbrıs Rumlarının tanınması zorlamasını da güçlendireceği açıktır.

-AB üyelerinin dahil olduğumuz uluslararası kuruluşlara girişinin engellenmemesi, örneğin Kıbrıs Rumlarının NATO’ya girişi konusunda karar serbestimizi kısıtlayacaktır.

-Sınır ihtilaflarının çözümü ve tüm komşularla iyi ilişkilerin kurulması koşulu, Ermeni toprak taleplerini ve Ermenistan ile diplomatik ilişkiler kurulması konusunu önümüze çıkarabilecektir. Bu çerçevede Hatay dahi karşımıza çıkarılabilir.

-Çevre, sanayi, tarım standartları, Euro’nun kabulü rekabet koşullarını olumsuz etkileyebilecektir. Türk çiftçisi, esnafı, sanatkarı, sanayi ve ticaret erbabı çeşitli desteklerden yararlanmış ve yararlanmaya devam eden AB’deki rakiplerinin karşısında müdafaasız kalacak, hatta kösteklenmiş olacaktır.

Diğer bir deyimle,Türkiye fazla bir şey almadan çok şey vermiş, hatta tüm varlığından büyük fedakarlıklarda bulunmuş olacaktır. Bu sürecin ilk safhası Gümrük Birliğine ek protokolün TBMM’de onaylanması ve liman ve hava alanlarımızın Kıbrıs Rumlarına açılması talebi çerçevesinde karşımıza çıkacak ve daha en baştan, başlatıldığı için zafer ilan edilen müzakere süreci sekteye uğrayacaktır. Bunun böyle olacağı yakınlarda Türkiye’ye gelmiş olan genişlemeden sorumlu AB Komiseri Olli Rehn tarafından açıkça söylenmiş ve Hükümetten bu konuda söz alındığı vurgulanmıştır.

Bu durum maalesef son dönemde sırf bir müzakere tarihi alındı densin ve iç politikada prim yapılsın diye, AB ilişkilerinde, ilkeli, tutarlı, ulusal çıkarları gözeten, sağlam bir tutumun izlenmemiş olmasından doğmuştur. Belki de aslında bu gerçeğin farkında olunduğu için gelişmeler konusunda TBMM’ne ve Sayın Cumhurbaşkanına işler olup, bittikten ve her türlü olumsuz sorumluluk Hükümet tarafından kabul edildikten sonra bilgi verilmektedir.

9 Kasım’da yayınlanması beklenen beklenen AB Komisyonu İlerleme Raporu ve yeni Katılım Ortaklığı Belgesinin de aynı istikamette ve Türkiye’yi aşağılayıcı ifadelerle dolu olacağı, bu metinlere esas teşkil edecek AB Komisyonu Eylül ayı ilerleme raporunun muhtevasından anlaşılmaktadır. Anılan rapor hakkında Cumhuriyet gazetesinde verilen özet bilgiler “kürt sorunu” ifadesini sık,sık kullanarak PKK şakşakçılığı yağmakta, alevi vatandaşlarımızla diğerleri arasına nifak sokma gayreti içinde görülmekte, Türkiye’de adeta bir linç sürecinin bulunduğu iddiasını ortaya koymakta ve daha benzeri nice gerçeklere dayanmayan ve Türkiye’nin imajını yaralayan ifade ile dolu bulunmaktadır.

Bu yanlış ve aşağılayıcı bilgileri düzeltmekle görevli olanların anılan belge karşısında her hangi bir girişimde bulunduğuna, hatta bu belgenin metnini bildiklerine veya gördüklerine dair bir emmare yoktur.

Sözkonusu süreçteki arıza ve tehlikeleri gören ve kamuoyunu uyarma görevini yerine getiren kesimler ise kolaycı ve gerçeklere tamamen aykırı bir yaklaşımla, “AB karşıtı” ilan edilmeye çalışılmaktadır.

Başlangıçta da belirtildiği üzere, demokrat geleneğin başlattığı ve gerektiği gibi yürütülüp, sonuçlandırılırsa, Türkiye’ye çok olumlu katkıları olacak AB’ye tam üyelik amacının devamlı savunucusu olanların böyle ithamlara pabuç bırakması sözkonusu değildir.

Başta Türk halkı olmak üzere bütün dünya kamuoyu ve bu meyanda AB bilmektedir ki, AB’nin eşit bir üyesi olmak , yarım yüzyılın üstünde bir mevcudiyeti olan ve Atatürk’ün izinden giden demokrat çağdaşlaşma geleneğinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Bu gelenek, Türkiye’nin alt yapısını çağdaşlaştırarak, Türk köylü ve çiftçisini bugün içine düşürüldüğü çaresizlikten kurtararak, Türk esnaf ve sanatkarının rekabet koşullarını düzeltecek desteği sağlayarak, Türk sanayiinde ve hizmetler sektöründe gereken çağdaş teknolojik düzeyi elde ederek ve bütün bu hedeflere ulaşmak için, halen IMF ve Dünya Bankası ile yürütülen işbirliğinde de tekrarlanmakta olan belkemiksiz, teslimiyetçi tutum dolayısıyla hemen tamamen durmuş olan yatırımları tekrar başlatarak Türkiye’yi kendi iç hamleleriyle AB düzeyine getirecek ve bu güçlü yaklaşımla AB müzakerelerini yürütecek gelenektir.

Teslimiyetçi ve uzgörüsüz bir müzakere anlayışının karşımıza çıkarmış olduğu olumsuz durumun , Türkiye’ye hakkettiği eşit ve tam üyeliği sağlayacak niteliği haiz kadrolar sorumluluk yüklendiğinde, nasıl değişeceği görülecektir.

Türkiye’nin pek kısa bir süre içinde ve en demokratik biçimde bugünkü yanlış ve teslimiyetçi tutuma kırmızı kart göstererek, eşit ve tam bir AB üyeliğinin yolunu açması şaşırtıcı olmayacaktır.

Umut ARIK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder